Sayfalar

psikolog etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
psikolog etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Geçmişle gururlanmak böyle birşeymiş

Dün gördüm ki sitede en çok ziyaret edilen yazılardan biri http://alticuceler.blogspot.com/2010/01/roportaj.html olmuş.

Taa 28 ay önce verdiğim bu röportajı görmek güzel hissettirdi..Allahım nasıl konuşmuşum, nasıl da poz vermişim; sanırsın Egzorsitteki peder, az sonra yahala yuhala oberdinaa başlayacak :D

Şaka bir yana, o zaman söylediklerim hala geçerlidir arkadaşlar. Dün katıldığım Otizm konulu bir seminerde de  hem rakamlar hem de bizlere anlatan uzmanlar eşliğinde gördüm ki hala gerideyiz. Hala farkında değiliz. Hala önemini anlamıyoruz.

Sanıyoruz ki bir hastalık, iki hap alınca geçecek.. Ve inanın bu tüm zihinsel engeller için geçerli :\

Başlamıştım

Sabah kötü hissediyordum, olumsuz sonuçlanan görüşmeden sonra iyice kötü hissetmeye başlamıştım. Öğlen vakti gözüme çarpan üç ayrı eğitim ilanı da birey değil grup ile alakalıydı, haftasonu da her haftasonu görüştüğüm danışanım aramamış ve görüşme yapılmamıştı. Her yere çiselerken üstüme yağmur yağması idi bu. Haa, öte taraftan sevdicekten de haber yok. Bugün onun için de önemli bir gündü :\

Ruh halim böyle berbat ve toplu tecavüze uğramış polyanna gibiyken seni aradım sevgili DZT.

Bak valla iyi ettin beni!

Efferin len :D

Zamanın Donduğu An

Hayatı çok şükür güzeldi. Öğretmendi. Evli ve iki çocukluydu. Emekliliğine az kalmıştı. 
Vakti dolsun, memlekete göç edeceklerdi. Her ne kadar oturdukları yer muteber sayılsa da, büyükşehir büyükşehirdi. Kendisi gibi yaşını başını almış eşi de fabrikada bir kazadan sonra malülen emekli olmuştu. Çocuklar da iyice büyümüş, biri evli diğeri de nişanlanma arifesindeydi. 
Hayattan zevk almasını bilirdi. Gerek yıllardır yaşadığı Büyükçekmece sahilinin modern havası, gerekse de kendi mizacından dolayı açık bir insandı. Sosyalliği sever, gezmek dolaşmak büyük haz verirdi. Çevresinde de kemikleşmiş bir arkadaş grubu. Yıllardır tanıyordu hepsini. Doğal nedenlerle gruptan çıkanlar olsa da, açık havada yada çay bahçesinde oturmak, içtenlikle konuşmak ve paylaşmak yıllardır hiç bırakmadıkları bir aktiviteydi. 

O sabah, her zamanki sabahlardan biriydi. Mayısın sonuna doğruydu. Güneş tüm ihtişamıyla ağır ağır yükselirken, o da gözlerini açtı. Uyanma vakti gelmiş olmalıydı. Zaten gecenin sıcağının da etkisiyle fazla uyuyamamıştı. O yüzden de yatak sefasını uzatmamaya karar verdi ve doğruldu. Ayaklarını yere koydu ve yüzünü yıkamak için banyoya seyirtti. Yolda hafiften topalladığını fark etti. Sağ bacak nedense normal gücünde değildi. Neyse, illa geçerdi. Yüzünü yıkamak için musluğa uzandığında nedense zorlandığını hissetti çevirirken. Herhalde eşi gece tuvalete gitmiş ve musluğu kapatırken fazla sıkmış olmalıydı. Diğer elinin de yardımıyla musluğu kapatıp mutfağa gitti ve her sabah yaptığı gibi demliğe çay, çaydanlığa su koydu. Çayı çok severdi. Okulda da sürekli içerdi. Ama evinde tomurcuklu çayın kokusunu okulda asla bulamazdı. çayın o bahar kokuları burnuna gelirken, çaydanlık su dolarken elindeki kasılmayı umursamamaya çalıştı. Ağırlaşmıştı çaydanlık. Bundan daha normal bir şey olamazdı. 



Çay demlendi, eşi kalktı, kahvaltı yapıldı, kadın giyindi, okula gitti, akşam oldu, eve döndü. 


Sabahki değişiklikleri kafasına takmamıştı. Ama sağ bacağı tüm gün hafif hafif topallamaya devam etmese iyi olurdu. Sağ eli kolu da artık nedense eski gücünde değildi. Allah allah, bir gecede olabilecek şeyler miydi bunlar? Vardır bir hayrı diyip devam etti. Ve böylece 


Aylar geçti. Aylar geçerken, sağındaki o topallama ve güçsüzlük hiç geçmedi. Doktorları sevmezdi, genelde ukala olurlardı beyefendiler ve hanımefendiler. Ama günlerden bir gün sağ tarafındaki tüm arazlara hafifen peltek konuşmaya başladığını fark etmesi eklenince tam anlamıyla karaları bağladı. Tamam yaşından dolayı elden ayaktan kesilebilirdi. Görülmemiş bir şey miydi sanki? Ama dil? Ve hele her ne kadar daha emekli olmasa da işi öğretmenlikken dil? 


Kendine güçlükle söz geçirip doktora gitmeye karar verdi. Aslında doktora gitmek hala problemdi. Hangi doktora gidecekti? Düşünüp taşınıp arkadaşlarına da sorup bir nöroloğa gitmeye karar verdi. Ama gitmişken iyisine gitmeliydi. Yine arkadaşları devreye girdi ve arandı tarandı; Şişli'de muaynehanesi olan bir Çapa prof. doktoru bulundu. Randevu alındı, gidildi ve doktor önce klasik "takip et, bak,it,çek,kaldır,indir" gibi fizyolojik direktiflerden oluşan ön muaynesini yapıp içeri, dağınık odasına yönlendirip sözü ona verdi ve şikayetleri dinledi. Kadından bir beyin MR'ı istedi. Ama bizimkisi bunu beklemiyordu. Olanları kolay kolay ciddiye almayan karakteri beyin MR'ı gibi nokta atışı bir tetkik karşısında titredi, soru işaretlerine boğuldu. Bunları da sordu ama doktordan net bir cevap olamadı. En önemli sorusu "Ne olabilir doktor bey?" oldu. Aldığı cevap kesin ve netti. "MR'dan sonra konuşacağız" 


Kendisine karanlık gelen bir ses tonuyla duyduğu cevap onu daha da kaygılandırdı. Ama fark etti ki adam haklıydı, tetkik olmadan ne diyebilirdi ki? Ardından yakında görüntüleme merkezine gitti ve elinde doktorun yazdığı kağıtla MR'ını çektirdi. Hayatındaki ilk beyin MR tecrübesiydi ve ne kadar çevrelerde hoş bir şey olmadığı duymuş olsa da, düşündü ki "görmem lazımmış". Tüm o traktör motoru benzeri ve düzensiz ritmde gümbürdemeyle geçen yarım saatin ardından raporu yarın almak üzere çıktı ve eve gitti. 


Raporu alacağı sabah, hayatının en tatsız sabahlarından biriydi. Ne kadar da pek önemsememeye çalışsa da, aralarında artık olmayan arkadaşlarının kimilerinin son günlerini nasıl geçirdiğini çok çok iyi biliyordu. Tüm o kaygısız, hayatı seven ve zevk alan yapısı onlar gibi muhtaç halde geçen bir zamanı kaldıramazdı. Gezip görmedikten sonra, yada hiç olmadı bir çay bahçesinde pırıl pırıl güneşli bir vakitte güzel bir çay için eski dostlarla laflayamadıktan sonra hayatın ne anlamı vardı? Evet eşi ve çocukları bir şeydi. Ama hayata kendisi için gelmişti en nihayetinde. Tamamen kendine ait zevkleri olmalıydı ve fazlasıyla da vardı. 


Böyle düşüncelerle önce merkeze uğrayıp zarf içinde raporu ve fimleri aldı ve doktorun yolunu tuttu... 


O günün üstünden yıllar geçti. Bir gün artık evlenmiş kızı, hakkında iyice kaygılanıp onu psikoloğa götürmeye karar verdi. Tavsiye üstüne yine Büyükçekmece'de bir tanesini buldu. Randevuya annesinin kolunda geldi. Ağır ağır içeri girdiler. Aynı ağırlıkla anne koltuğa oturtuldu. Ardından kız bir iki ön bilgiden sonra çıktı ve tüm hareketleri kadar konuşması da ağırlaşmış anne ile genç psikoloğun seansı başladı. Haftada iki seans temposuyla üç ay kadar görüşüldü. Anne artık biraz daha keyifliydi. hastalığı yüzünden ellerini ve bacaklarını fazla kullanamasa da, elleri yüzünden çoğunlukla kızının yakın ilgisine bağlı olsa da ve konuşması da iyice bozulmuş olsa da, hayat güzeldi! 


Derken, seanslardan birine gelinmedi. Olabilir diye düşündü psikolog. Bir, iki oldu. İki de üç olunca..birşeyler vardı ve aramaya karar verdi. Telefonu çıkan kızı özür diledi ve bir sonrakine geleceklerini söyledi, kapattı. Ses tonundaki kasvet barizdi. Bir sonraki seansa gelindi. Kız annenin oturmasına yardım etti ve çıktı. Yüzü düşmüş gibiydi. Bir iki sıradan sorudan sonra, psikoloğun karşısındaki artık yaştan ve hastalıktan darmadağın görünen o eskilerin neşeli, kaygısız ve hayatı seven kadını ansızın bir soru sordu: 


"G-gg-ggün-nnn-neş..nnn-nn-nee-dd-een..dd-doğ-ddoğğu-yyo-yor?" 




O an zamanın durduğu andı. O an benim bittiğim andı. Güneşin neden doğduğunu soran bir insan. Şu anda yazarken bile sarsıyor. Öyle bir soruydu, hiç bir yanıtı yoktu. Olan yanıtlar da kifayetsizdi..Hastalığı yüzünden hep korktuğu ve hep reddettiği muhtaç yaşama düşmüş olan ve tüm varlığıyla ölmek isteyen, bir intihar teşebbüsü yüzünden hastahanede iki buçuk hafta kalan bir insana hangi yanıt verilebilirdi? 

Kadın bir hafta sonra öldü. Ani ve ağır bir akciğer yetmezliğiydi. Ciğer bile artık daha fazla ızdırap vermeyi reddetmişti. Açıkçası beni ve eminim ki çevresindekileri mutlu eden bir gidişti bu. 

Hayatı yaşayamadıktan sonra salt varolmanın ne anlamı vardı? 

Epilog__ 

Kadın "Amiyotrofik lateral skleroz" hastasıydı. Yani ALS. 
http://tr.wikipedia.org/wiki/Amyotrofik_lateral_skleroz 

Paylaş

Şüphenin Bir Adım Ötesi



PARANOYA Herkesin kesin sizin peşinizde olduğunu hissi 

İnsanlarda normal şartlar altında kendiliğinden oluşan bir iki duygu durum vardır. Bunların biri de şüphelenmektir. Şüphe, görünenin arkasında başka bir şey olduğunu düşünmektir. Olan olayın öncesi ya da sonrasında tereddüt etmektir. Tereddüdün eşliğinde, olan olayı rahatça sindirebileceğimiz bir çerçeveye sokmak için cevaplar aramak gelir. Bu yüzdendir ki bir bütün olarak bilim, ki temeli şüphedir, böylesi gelişmektedir.


Bizlerde doğal halde bulunan duygulardan biri şüphe, normal şartlar altında olan her şey gibi zararsız, hatta yararlıdır. Tehlikelerden korur, götürüsü getirisinden fazla olacak maceralardan alıkoyar, güvenilecek ve dayanılacak insanları seçtirir, oluşturduğumuz organizasyonlarda dayanıklılığı sağlar ve daha akla gelmeyen birçok yarar sağlar.

Fakat her şeyin fazlası gibi, şüphenin de fazlası yararlı değildir. 1912 yılında Alman psikiyatristi Kreapelin'e teşekkür ederek bir hastalık olarak sınıflandirdigimiz ve ismine "paranoya" dediğimiz aşırı korku ve kaygıdan doğan aşırı şüphecilik, şüphe gibi gerçeklerden kaynaklanmaz ve mantık dişi alanına girdiği için gerçeklere de götürmez. Sıklıkla da depresyon, takınç ve şizofreni gibi bozukluklarla dirsek temasındadır. Öyledir ki paranoyak bir düşünce olan "tüm insanlar kötülüğümü istiyor" rahatça Depresyon veya esliğinde başka işaretler varsa Paranoid Şizofreni tanısına götürebilir.

Paranoid düşüncelerin kimi tipleri vardır.
A. Kıskançlık Temelli: Düşük öz güven, benlik algısı ve saygısı durumlarında oluşabilen ve diğerlerinin hayatini cehenneme çevirebilen ve dışa vurulursa engelleyici olabilen paranoid düşüncedir.
B. Delüzyon (Sanrı) Temelli: Dünyayı değiştirecek çok önemli buluşları olduğunu ama gizli teşkilatların ona engel olduğunu iddia eden kişi.
C. Bedensel Temelli: Her hangi bir yüzeyle temas ettiğinde bulaşacak parazitlerin ağzına kadar tırmanarak onu hasta edip kovalarca kusturacağını düşünen kişi.
D. Erotomani Temelli: Televizyonda gördüğü veya konserine bir iki kere gittiği bir ünlünün ona asık olduğunu düşünen kişi.

Özetle görüyoruz ki basit şüphe olarak başlayan şeyler de eğer mantık sınırına takılmazsa paranoya dediğimiz hastalıklı düşünceye dönüşebiliyor. Kendimizi ve etrafımızı korumak için bize düşen şey, şüphelendiğimiz herhangi bir şey karşısında biraz durup, serinleyip, ondan sonra soruları sormak olacaktır. Ha şüpheler yine de yükseliyorsa da erkenden bir uzman yardımı almak en doğrusudur. Erken olmasına özellikle dikkat çekerim; ilerledikten sonra yardım almaya güvenemeyeceğiniz kadar sınırı geçmiş olacaksınız.



Kişilerdeki şüphe ve onun üst hali paranoya kabaca böyleydi. Fakat bu kadar değil. Bir de en yakın örneğini 11 Eylül sonrası gördüğümüz politik paranoya var.

Uzaktan bakınca en tehlikelisi olabilen bu tür, tamamen sosyal mühendislik eseridir. Paranoyaya eşlik eden korku doğal değil, medya ve başka kaynaklar yoluyla yaratılmıştır. Bu yüzden de haliyle asıllı ve mantıklı bir korku değildir.

Haklarında kışkırtılacak "öteki"ler belirlenmiş, "mağdur" halkta da "yabancı" düşmanlığı anlamına gelen xenofobi had safhaya varmış haldeyken önlerine gelen doğru yanlış iyi kötü her şeyi hiç sorgulamadan kabul etmektedir. O yüzden de böyle durumlarda, ileride apaçık zararlarına bile işleyecek olsa da, "onları cansiperane koruyan yüce devletlerinin bekası" adına her şey gık çıkarmadan kabuldür.

Yanısıra, uygulayan devlete de iç işlerinde büyük bir meşrutiyet tanınmıştır. İstediğini tutmak ve bırakmak ve sonra yok etmek, hem de hesap vermeksizin, serbesttir.
Bkz. Nazi rejimi, Soğuk Savaş, 11 Eylül'den sonra ABD, Domuz Gribi v.b.

That Boy Needs Therapy V: Dayak Cennetten Çıkmaz..



Evveliyatı için:
bkz. http://www.tahinpekmez.org/?m=show&sa=3356 
bkz. http://www.tahinpekmez.org/?m=show&sa=3535
bkz. http://www.tahinpekmez.org/index.php?m=show&sa=4028
bkz. http://tahinpekmez.org/?m=show&sa=6710

En sevdiğim danışanımdan bahsedeceğim sizlere. Evet psikologların da danışanlarına karşı hisleri olur. Neticede biz jetonlu kola makinesi değiliz ;)

22 yaşında, erkek, üç kardeşin en küçüğü, 12 yıldır çalışıyor, açıktan lise mezunu, kirli sakal, ağır hareketler, normalden yavaş konuşma, duygu belli etmeyen bir surat, zayıf el sıkış, kollar kavuşmuş oturma, kesintisiz göz teması.

Kendisi İstanbulda doğmuş. Ailesinin sosyo ekonomik düzeyi ortaymış ama kendini hep sorumlu hissetmiş ve çocukluğunda çalışmaya başlamış. Okul ve çalışmayı bir arada götürmüş hep. Ama liseyi kaldıramamış bu tempo ve okulu bırakmış. Daha sonra açıktan devam etmiş.

Çalıştığı iş çanta işi. Yıllardır çalışa çalışa uzmanı olmuş ve şu anda çalıştığı yerin ortaklarından biri haline gelmiş. Çanta işi konusunda kendine çok güveniyor ama daha iyisi çıkarsa kapısı kapalı değil, küçümsemediği sürece elini öperim diyor.

Danışan hakkındaki esas hikaye şu; kendi ifadesiyle "hiç eve ait olmadım". Altını araştırınca, babası onu yıllar boyunca nedensiz sayılabilecek şekilde yere sürekli dövmüş. Annesi de hiç karşı çıkmamış. Sokakta bile babadan dayak yediği için, komşuları bir keresinde çocuğun onlardan olmadığını söyler olmuş.

Bu dayaklar 17 yaşına kadar devam etmiş. Bir gün evden kaçmış ve bir yıl kadar dışarıda arkadaşlarında yaşamış. Ailesi sık sık geri çağırmış. Kendisi bir yıl boyunca yüz vermemiş. Akabinde geri dönmüş. Ama bakmış dayak yine aynı, nalet gelsin diyip tekrar evden kaçmış. Bu kaçaklığı babasının kanser teşhisi alıp onun geri çağrılmasıyla olmuş. O teşhis bir kırılma olmuş. O andan sonra danışana bir daha hiç eskisi gibi davranmamış. Davranacak da olsa danışan hazır, "pişman ederim bana el kaldıranı"

Bana geldiğinde, daha doğrusu annesi tarafından gönderildiğinde sorunu "çabuk öfkelenmek ve öfkelendiğinde gözü hiçbir şeyi görmemek" idi. Bu problemli ve uyum bozukluğu yaratan bir davranıştı. Seanslarımız boyunca odak noktamız da bu oldu.

Evet bu danışanımla görüşürken "babanın nedensiz dayağı" olgusunu şimdilik beklettim. Annenin çocuğunu korumamasını da. Her ikisi de engin sular ve amacımızdan uzağa taşıyacaklar.

Şu anda vardığımız noktada, öfkesini hafiften de olsa kontrol edebiliyor. En azından öfke yaşantılarında statü farkına göre daha düşük öfke puanları verebiliyor. Ve daha da sevindiricisi, öfkesinin yükselmeye başladığının farkına varıyor artık. Bu yükselen öfke durumlarında kendini geri tutacak eşya olsun kişi olsun bir müttefik arayışında. Çünkü kasten adam öldürmenin 24 yıl olduğunun çok iyi farkında...

____


İnsanın insanı dövmesi kötü bir şeydir. Daha kötüsü, babanın çocuğunu dövmesidir. En kötüsü de babanın oğlunu nedensiz yere dövmesidir. Dövülmeden dolayı hem çaresizlik gelişir ve bu da genel manada depresif bir perspektife götürür. Fizyolojik sıkıntıları saymıyorum! Üstüne bir de nedensiz olunca özellikle küçük çocuklar zihinlerinde hiçbir yere oturtamaz ve şiddeti düşük olsun olmasın tam anlamıyla travmatik bir yaşantı haline gelir.

Karşımızdakini dövmek baba / anne - çocuk ilişkilerinde çözüm değildir. Sadece kendi öfkemizi çıkarmış oluruz. Ama karşımızdakinin o anda veya gelecekte hisleri?


Çözüm Odaklı Terapi Yaklaşımı


                                          
Yalnız ülkemizde default halkı sigortasız ABD'ye göre daha iyi haldeyiz. Hastanede beklesek de en azından genelde cüzi miktarlarda para verip, süreci zaman zaman bıkkınlık verse de sağlık hizmeti alabiliyoruz. Ama "sağlık" kavramının diğer ayağı ruhsal sağlık alanındaysa pek o kadar da değiliz. Bilmiyorum özel sağlık sigortaları psikolog / psikiyatrist seanslarını kapsıyor mu ama bildiğim birşey var; ABD ezelden beri karşılamış durmuş. Adamlarda para ve kaynak bolmuş, ferah ferah desteklemişler seansları. Seanslar derken de, psikanaliz seansları bunlar! Hani güldüğümüz Freud'un ekolü. Tamam adama gülsek de özellikle edebiyat alanında büyük etkileri olmuş olan bu zatın yolunu izleyen terapi ile insanlar 2 yıl 3 yıl 4 yıl devam etmişler her hafta aynı kişiye gidip divana uzanıp terapisti görmeden gözlerini kapatıp serbest çağrışım yapmaya veya rüya yorumlatmaya.

Ama 80lere gelince sistem (sigorta sistemi) fark etmiş ki bu işin adeta cılkı çıkmış ve bitmek bilmez - öyle o kadar da ucuz olmayan seanslar ağır gelmeye başlamış. Bunun sonucu olarak da ilk tepki, terapi seanslarını kapsamdan çıkarmak veya kısıtlamak olmuş. Tabi bunu sonucunda da ekmeğini bundan kazanan psikolog/psikiyatr tayfası da napsak napsak? diye düşünürken, akla "brief therapy" olayını geliştirmek gelmiş. Tabi yola böyle çıkılmamışsa da varılan noktada görülmüş ki yıllar süren, sorunu bilinçaltında olduğunu varsaydıkları penis kesilme kaygısı veya penise imrenme veya saldırganlık güdüsü ile "açıklayan", terapiler ile kısa süren yöntemleri kıyaslayınca, daha kısa sürenler de gayet etkili. Hatta çoğu alanda psikanalizi bile geçmiş. Hatta şu anki en yaygın ekol olan Bilişsel (Davranışçı) Terapinin kurucusu Beck de Üstüne sigorta şirketleri de tamam deyince, bu tip yeni nesil terapi yöntemleri bir bir kuramsal bazda kurulup, klinik ortamlarda geliştirilmeye başlanmış.

Bu yeni ekol yöntemlerin biri, Kısa Süreli Çözüm Odaklı Terapi, ise orjinali "solution centered brief theraphy" olan bu metodomuzun ilk yararı, adı üstünde, kısa süreli olması. Tabi kısa süreli derken? Süresi yaklaşık 5 - 6 hafta süren bu terapi psikanaltik yaklaşım veya davranışçı / bilişsel davranışçı ekol gibi sorun aramıyor. Onun yerine karşıdaki danışanın geçmişini çoğu yerde göz ardı ederek o an "neyin değişmesini istediği" sorulup onun üstünde çalışıyor.

Seanslarında "pacing" ve "leading" adında "yanında sürümek" ve "götürmek" yada "önderlik etmek" gibi karşılıkları olabilecek yollar izlenerek önce danışan ile aynı frekansa iniliyor ve danışman danışanla aynı dili konuşmayı amaçlıyor; bu da en önemli unsur olan terapiste güveni kuruyor. Bunun için de örneğin 15 yaşında World of Warcraft hastası offline yaşayan çocuğa sanki hiç duymamış gibi oyun anlattırılıyor. Oyun "gerçek merak" adındaki varsayıma göre merak ediliyor! Veya karşıdakinin mesleği / hayatını doluran ilgisi neyse onun üstüne odaklanarak, danışanın gerçekliği ortaya çıkıyor.

Ardından da sıra soruna geldiğindeyse, iş biraz son zamanların pozitif psikoloji yaklaşımlarına kayıyor ve danışanın şikayeti dinlenip yeniden çerçeveleme (reframe) yapıyor. Örneğin, Danışan: Ailemin her işime burnunu sokmasını istemiyorum Terapist: Yani ailenin senin kararlarına daha fazla saygı duymasını istiyorsun? Bu ve bunun gibi reframe çalışmalarından sonra ortak bir amaç belirleniyor ve süreç devam ediyor.
Pacing ve leading demişken de ayrı bir paragraf açıyorum. Bizim buralarda "suyuna gitmek" dediğimiz pacing, danışana yanında olduğunuz hissini vererek, danışmanın kontrolü sağlamasında rol oynuyor. Bu konuda bir anektod aktarayım;

İsrailde bir travma servisi psikoloğu ihbar üstünde mekana gidiyor. Bir bağnaz yahudi baba iki katlı evin alt katında daireler çizerek öfkeli öfkeli dolaşıyor ve bağıra çağıra kızdığı oğluna öfkesini dile getiriyormuş. Yaşlı baba öyle öfkeliymiş ki ağzından köpükler saçılıyor ve gözü başka hiçbirşeyi görmüyormuş. Bizim travma psikoloğu bakıyor normal laf söz işe yaramayacak, daireler çizen babanın arkasına takılıyor ve onun gibi el kol hareketleri yaparak bağıra bağıra babaya eşlik etmeye başlamış. Bir süre öfkeli babaya arka çıktıktan sonra, yavaş yavaş yine aynı bağırır halde ters de düşmeye başlamış. En sonundaysa o daireler çizen öfkeli baba iyice yavaşlayıp psikoloğa laf yetiştirmeye başladığında, bizim travmacı "gel şöyle oturalım da konuşalım" diye adamla beraber kanepeye oturmuş, öfkeli baba sakinleşmiş ve olay çözülmüş...işte pacing ve leading bu. :)

Zurnanın zırt dediği yere gelirsek;
1/ en başta bilimsel bir önyargıyla bakmış ve psikolog düşünüşüme çok ters geldiğini düşünmüştüm. Ama zamanla bu çözüm odaklı yaklaşımdaki bilişsel yaklaşım öğelerini gördükçe ısınmaya başladım ve bir karara vardım. O da şöyledir ki sanırım bu işin erbabları da bunu söylemiş benden önce: Bu çözüm odaklı danışmanlık çocuklar, ergenler ve depresyon / kaygı ve bilimum çerçeve kaynaklı sorunu olana iyi gelebilir. Ama kişilik bozuklukları veya başka eksen 2 bozukluklarda sudan şişmiş sünger nasıl daha fazla su almazsa, o ölçüde çok zor. Ama tabii diğer çoğunluk için olukça hızlı ve hatta zaman zaman eğlenceli de.
2/ görece kısa sürmesi hem danışanı zaman olarak epey kara geçiriyor ve hem de danışmanın kafasını rahatlatıyor. ama normal psikoterapi vermeye alışmış kişiler için en başta zor, çünkü insan kendini alıkoyamıyor öbür türlü yöntemlerle gitmek, sorular sormaktan.
3/ özellikle çocuklar ve ergenlerde ciddi ciddi psikoterapi yapılamadığı için (bkz. gelişim dönemleri) iş gören bir alternatif yol oluşturuyor. Çocuğu karşıma alıp "bu sende ne hissettiriyor?" diye soramam. Sorsam da "bilmem" der, öyle kalır. Ergen de %95 ailesi tarafından zorla sürüklendiği için içgörü soruları karşısında direnç geliştirip komple kapatabilir.
4/ devletimiz hiçbir biçimde özel psikoterapiyi karşılamasa da, makul fiyatlarla bu yolun izlenmesi çekici sonuçlar doğurabilecektir.



Share






Psikologla Röportaj



Ailenizin gazetecisi Uruk Hai; TP’nin üyelerinin peşinden ayrılmamaya devam ediyor. Son olarak köşeye sıkıştırıp röportaj aldığımız TP üyesi ise Jesterdvine… Sitemizin psikoloğu olan Jesterdvine; buna ek olarak AÖF’de Sosyal Hizmetler okuyan, 2010 yılında özellikle çocuklara ve ergenlik dönemindekilere hitap eden Gelişim Psikolojisi üstüne yüksek lisan yapmayı hedefleyen bir üyemiz… Kendisine ulaşmak isteyenler de zaten ilgili başlığımızdan rahatlıkla iletişim kurabilir.

Ben de bu rahatlığımı kullanarak Jesterdvine ile bir söyleşi yaptım ve psikoloji, Türkiye’de engelli vatandaşlarımız ile ilgili gelişmeler, Türkiye’nin bugün bu tip uygulamalarda hangi noktada olduğu gibi konularda şu anki durumunu sordum. Ortaya keyifle okuyacağınız bir söyleşi çıktı. 

1- Türkiye'de psikoloji konusuna devletin yaklaşımı nedir?

Biz psikologlar; devletimiz bu konuda psikiyatristlerin hakimiyetinde olduğu için pek de adamdan sayılmıyoruz. “Normal” nedir bilen alanımız da “anormal” nedir bilen psikiyatri camiası tarafından pek ciddiye alınmamakta. Kısmen bunun, kısmen de alanımızdaki çaba eksikliğinin sonucu olarak da henüz meslek yasamız ve meslek odamız bulunmamakta. Askerde bile durum başka! Yemin töreninde yardımcı sağlık personeli sınıfında yerleşimin yapılıyor.

Şahsi düşüncem psikolojinin psikiyatri gibi somut, yani ilaca şuruba bağlı bir alan olmadığı ve milletimizin soyut şeylerle arası iyi olmadığı için; psikolojinin devlet nezdinde Avrupa ve Amerika gibi ülkeler düzeyinde bir hale gelmesi, saygıdeğerlik kazanması uzun zaman alacaktır. Ancak bu uzun vadeli görünüşte devletin rolü yadsınamaz. Zira şu anki duruma bakarsak; psikolog olmak, örneğin bir mantar yetiştiricisi olmaktan daha zor değil. Her ikisinin de okulu var ve her ikisi de okulu bitirince bir unvan kazanıp uygulamaya geçebiliyor. 

Ama yukarıda bahsettiğim ülkelere bakarsanız görürsünüz ki, insanlar uzun yıllar boyunca eğitim, süpervizyon, sertifikasyon vs. görüp lisans alıyor ve o lisansı kaybetmemek için de düzenli aralıklarla sınavlara süpervizyonlara giriyor. Tamam, biz bir Avrupa ülkesi olabiliriz; o zaman da tam bahsettiğim Batı ülkeleri gibi olmak zorundayız. Ama biz bir Doğu ülkesi de olabiliriz. Doğu, yani ağacın kökten itibaren ayrılmış diğer bir dalı olarak da Batı gibi olmak mutlak hedef olmamalıdır. O zaman da akıllı insanların akıllı düşünceleriyle devletsel düzeye yeni bir psikolojik kalifikasyon standardı oturtması gerekir.

2 -  Peki nasıl ifade ediyorsun: Engelli mi yoksa özürlü mü?

Bu soru geçmişi çok öncelere dayanan, sıklıkla dile getirilen ve kimi durumlarda zihinleri epey oyalayan bir sorudur. Cevaplanması zordur, çünkü birbirleriyle kullanıma bakarsak iç içe geçmiş bu kavramlardan Resmi Gazete’de yapılan tanıma göre “özürlü” olanı kabul edilmek zorundadır. Fakat “özürlü” derken hem kelimenin bıraktığı etki, hem de “düşük zekaya sahip olmak onların suçu mu, neden özür sahibi olsunlar ki?” gibi haklı bir yaklaşımdan dolayı kimileri tarafından “engelli” denmektedir. Ancak, düşük zekaya sahip bir birey ile 30 yaşında bir kaza sonucu tekerlekli sandalyeye mahkum kalmış biri reel olarak aynı olmasa da, resmi olarak “özürlü”dür.

Bu karmaşada devletin pozisyonu da kafa karıştırıcıdır. Çünkü yerine göre engelli, yerine göre özürlü, yerine göre sakat denmektedir.

Benim pozisyonum ise nispeten nettir, her ne kadar çalıştığım kurumdan gelen alışkanlıkla “Zeka Özürlü” gibi bir tabir kullansam da; bana göre “X / Y / Z Engelli” olarak adlandırmak daha “hoş” ve vicdanlarımızı daha az rahatsız edicidir.

Ancak pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da yurt dışına, özellikle A.B.D.’ye bakarsak görürüz ki, adamlar bu “politically correct” işini bizden ötede boyutlarda tartışmakta. Öyle ki, işi artık “nüans” açısından ele alıyorlar. Hatta 2 yıl önce bu konudaki en büyük dernek olan, 1876 yılında kurulmuş AAMR (American Association on Mental Retardation – Amerikan Zeka Geriliği Derneği); ismini AAIDD (American Association of Intellectual and Developmental Disabilities – Amerikan Düşünsel ve Gelişimsel Engeller Derneği) olarak değiştirdi. Fakat başkanın açıklaması düşündürücüydü; “Bu isim de bir 5 yıl gider. Ondan sonra bu da insanlara itici gelmeye başlayacak ve yeni bir isim arayacağız”

Uzun lafın kısası, isimler kafi değil. Aksine bir açıdan bizi kısıtlıyorlar. Ama nasıl müzikte gruplar veya akımlar üstüne konuşmamız gerektiğinde şu-bu-o rock diyebiliyor ve bir nevi etiketliyorsak, engelliler alanı üstünde çalışmak için de en ufak detayına kadar isimlendirmek, güzel olsun olmasın adını koymak durumundayız. Anlayacağınız, bir yerden sonra “Benim adım Hıdır, elimden gelen budur” demek zorundayız.

3 - Türkiye'de engelli vatandaşlarımızın yaşam koşullarına ve yaşamsal haklarına devletin yaklaşımı nedir?

Ne yazık ki devlet henüz nasıl davranacağını bilmemektedir. Şu anda bazı çabaları yok değildir, fakat çabalar olması gerekenden uzaktır. Az önce söylediğim gibi elma / armut kıyaslamasında “armut” olsak da, daha kaliteli bir armut da olabiliriz pekala.

Şu an için yaşam koşullarına ve haklarına yaklaşımdan bahsetmek aslında biraz gereksiz bir uğraş olur aslında. Zira bahsettiğiniz maaş, evde bakım parası, toplu taşıma araçlarında ücretsiz seyahat sağlayan beyaz kart ve ücretsiz eğitim görme hakkı (haftada 2 saat) gibi haklar bir manada “teferruat”. Onları gözümde teferruat yapan şeyse, daha temelden gelen bir yaklaşım sorunu. Şöyle ki:

İnsanın kıymetli olmadığı ve kolayca harcanabildiği bir kültürdeyiz. Zaten Jung’un - bilinçaltının nesilden nesile aktarıma uğradığını - ileri süren “kolektif bilinçaltı” kavramını doğru kabul edersek; zor koşullara sahip ve göçebe yaşanan bozkırlardan gelen bir milletiz. O zamanlarda Gök Tanrı tarafından seçildiğine inanılan lidere pragmatizmle beslenen mutlak biat, Boy’un bütünlüğü ve gerektiğinde yer değiştirme hızı her şeyden önemliydi. Aksi taktirde Boy’un varoluşu tehlikeye girerdi. Hastalar, sakatlar, mental problemi olanlarsa Boy için bir yüktü ve bir şekilde icaplarına bakılıp el yordamıyla doğal seleksiyon işletiliyordu.

Bu bahsettiğim tarzda bir profilden geriye kalan kolektif bilinçaltının insana, bireye ne kadar önem vermesini bekleyebiliriz ki?

4 - Vatandaşlarımızın bu iki alanda bilinçli ve bilgili olduğuna inanıyor musun? Değilse, neler yapılmalı?

Vatandaşlarımızın bu iki alanda bilinçli olduklarına inanmıyorum. Her ne kadar kimileri romantik hülyalara kapılıp dese de “Aaa ama Osmanlı Darüş-şifa ile şöyle yapardı, Selçuklu böyle yapardı, müzikle tedavi ederdi su ile iyileştirirdi”; bu söylentiler özellikle kanıt eksikliğinden dolayı avuntu verecek şeyler değildir. Kanıt olsaydı bile geçmişle sevinmek, gurur duymak; eğer şu anın hiç iyi değilse ya da iyi olsa bile neye yarar? Dahası, yolda tek bacağı ampüte olmuş veya ağır zihinsel engeli olan veya Down Sendromu olan birini görünce veya herhangi bir engelliyi görünce, acımadan fıldır fıldır kaçınmaya kadar değişen davranışlar sergileyen bir halk bizimkisi... Hangi Osmanlı’dan hangi Darüş-şifa’dan bahsediyorsunuz siz?

Bir başka açıdan bakınca, bu alanlardaki bilinç ve bilgi eksikliği acı ama normal. Çünkü biz, T.C. olarak henüz 100 yıllık bile değiliz. Kurulduğumuz günden beri bir bütün olarak tam anlamıyla “var oluş mücadelesi” verdik ve halen kısmen de olsa veriyoruz. Dahası, daha nereye ait olduğumuz konusunda bile ortak bir kabul geliştirmedik.

Bu gerçeklikten yola çıkıp Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi adını verdiği üçgene gidersek hatırlarız: En altta yemek, içmek, barınmak gibi temel ihtiyaçlar bulunur. Hemen üstünde güvenlik gelir. Ülkemizse halen en altı tam manasıyla dolduramamıştır ki daha üst aşamalara hakkıyla geçilsin.

5 - Türkiye'nin de imzaladığı BM Engelli Hakları Sözleşmesi’ni geniş biçimde anlatır mısın?

1976 yılında Uluslararası Engelliler Yılı ilan edip daha sonra adını Engellilerin Uluslararası Yılı olarak değiştiren BM, 1983 ile 1993 yılları arasını Engellilerin 10 Yılı olarak geçirmekle beraber; 80li yıllarda ortaya konan ilk Engelli Hakları Sözleşmesi ile somut bir adım attı. O ilk sözleşme, daha çok refah merkezli ve engellilerin merkezlerde rehabilitasyonunu öngören bir programdı.

21. YY’a geçtikten sonra o refah yaklaşımı bitti ve insan hakları yaklaşımı başladı. İşte ülkemizin de imzaladığı sözleşme bu BM Engelli Hakları Sözleşmesi oldu. Ülkemiz 2008 yılında yayınlanan, tarafımızca da imzalanıp kabul edilen ve kanun hükmünde maddeler içeren (kolay değil, çünkü bu gerektiğinde BM’nin kanunları geçerli demek oluyor) “Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Sözleşmesi”ni EKSİK olarak Türkçe’ye çevirip imzalayan bir ülke. Bilen bilir, hukukta tek bir cümledeki tek bir kelimedeki “-de –da” gibi basit bir ekin olup olmaması bile anlamı değiştirir. Katıldığım “4. Özürlüler Kongresi”nde konuşmacı olan BM temsilcisi Hansın Doğan (Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı Türkiye, Program Müdürü) bu açıdan dertliydi.

Bana gelince, ben kısmen punk-vari düşünüşle bu konuda geleceğe yönelik umutsuzluk taşısam da bir tarafım da yavaş yavaş olmakta olan gelişimleri fark ediyor. İşte bu yavaşlığı hızlandırmak STK’ların elinde. İnanıyorum ki herkes bir ucundan tutacak ve en basitinden bu Engelli Hakları Sözleşmesi gibi büyük çalışmaları sahiplenip kollayacak

6 - Türkiye'de kimi belediyelerin; bazı uygulamalarla özürlü vatandaşlara yardımcı olmaya çalıştığı gözlemleniyor. Yaşamlarını daha kaliteli yaşayabilmeleri için, idari yönetim merkezlerinin ve diğer tüm kurumlarla birlikte halkın üstüne düşenler nelerdir?

Gözlemlediğim kadarıyla ciddi uygulamaları; İstanbul çapında 20 özürlüler merkezi ve okulu ile 153 ücretsiz taşıma hattı, sosyal güvencesi olmayanlara bez ve medikal ekipman desteğinde bulunan İ.B.B. bir yana, diğer il ve ilçe belediyeleri bile bilinçli adımlar atmaya başladı bu konuda. Bakış açısı yavaş yavaş “Engel Sizsiniz” sloganıyla başlayan programa doğru kaymakta ve yeni inşa edilen kimi yerler engelliler açısından erişilebilir şekilde dizayn edilmekte. Bunlara örnek olarak Sancaktepe Belediyesi’nin yaptırdığı ve işletmesini bize verdiği baştan aşağı doğru planlanmış Sancaktepe Özürlüler Merkezi veya Maltepe Belediyesi eseri olan çok iyi bir planlamayla yapılmış Maltepe Belediyesi Bahadır Erdoğdu Zihinsel Engelliler Merkezi verilebilir.

Halka düşense, adı ister engelli ister özürlü olsun; o bireyleri görmezden gelmemek, onları o hale getiren her neyse anneyi suçlamamak ve dışlamamak ve hatta kimi yerlerde görüldüğü üzere özürlüyü ölüme terk etmemek.

7 - Mesleğin ile ilgili gelecek planların neler? Bunları hangi düşüncelerle belirledin?

Nasıl ağaç yaşken bükülebiliyorsa, çocuklara ne ekersek onu biçiyoruz gelecekte. Ve geçenlerde Mardin’e bir ilköğretim okuluna gönderdiğim bir koli kitap karşılığında 8 – 10 tane okuyup büyük adam olacaklarına söz veren teşekkür mektubu aldıysam, bir umut var demektir diye düşünüyorum.

Tüm bunlardan sonra geleceğe yönelik planım; hem Gelişim Psikolojisi üstüne yüksek lisans yapıp hem de “her şeyi devletten bekleme” yaklaşımı ile hareket eden STK’lar ile dirsek temasında olup, engelli olsun olmasın çocuklar üstünde çalışmaktır. Çünkü çocuklar bizim geleceğimiz!

Ben de senin kadar insanım part 2, gürgen terapisi

Hala buralarda mısın? İyi, o zaman dinle beni; anlatmaktan sıkılmam. Ama dinlemekten sıkılırsan biliyorsun istedğin gibi gidebilirsin.

Kafam geçende yazdığım "kutsanmış psikolog" imajı ile takık halde. Bu ne yazık ki imajdan da öte, çok daha öte; hayatımın kimi taraflarını engelleyecek kadar hem de. Hatta öyle ki, artık yeni tanıştığım insanlara kolay kolay mesleğimi söylemiyorum. Çünkü, işte esas sorun, "ben psikoloğum" dediğin anda - ki denebilir diyalogda; o söylemiştir mesleğini ve normal olarak sıra sendedir - gelen cevap direkt şöyle "Aaaa ne güzel. Benim de ihtiyacım vardı pisikoloa :("

Tanıştığım kişi öyle dedi ve ne oldu? Ben onun kafasında artık "yeni tanıştığı genç adam" değilim; onun yerine "yeni tanıştığı genç psikoloğum"...Gerisini tahmin edebiliyor musun? Edemiyorsan ettiriyim hemen:

Mesleğim "kendimin" önüne geçti ve onarılması çok zor bir etiket takılıverdi sözlerime ve davranışlarıma. Bir önceki yazıda belirttiğim yanılma olan "kutsal psikolog" ilişkide özgür iradesiyle davranmaktan çıktı ve çabucak psikolog kıyafetini giyiverdi. Lanet olsun ki her yerde de telefon kulübesi var!!!

Ama diyalog böyle kalsa ve bitse yine iyi, devamı daha fena; "Benim çocuğum aşırı hareketli, napabiliriz sakinleşmesi için?" (vurun kafasına, iyi gelir) veya "Sevgilim çok yalan söylüyor, ben nasıl vazgeçirebilirim? (o uyurken al bıçağı kopart dili kökten, ne laf kalır sonra ne yalan) "Benim kız sözümü hiç dinlemiyor ve deli ediyor beni, artık bıktım. Ne yapabilirim? (Gürgen terapisi uygula kızına) "İntihar etmeyi düşünüyorum, napıcam?" (aha cam aha büzük, durma zıpla)

Böyle diyebilsem güzel olurdu ama ne yazık ki ben her zaman JD bey, psikolog JD bey, nefret ettiğim rolü kendi kendime körüklüyorum ve uygun, yapıcı cevaplar veriyorum. Esas gürgen terapisi bana lazım..

7 yıldır psikolojiye bulaşmış hayatımda bir iki kişi istisna, hep aynı yaklaşım, hep bir arayış, hep bir sorun çözdürme arzusu. Kimi kişilere yardım etmeyi ben de isterim ama herkese değil...

Ben de senin kadar insanım!

Yıllardır biriken sıkıntı bana bu yazıyı yazdırdı; Psikologlar hakkında konuşmamız gereken şeyler var, dinle beni:

Psikolog dediğin, normal şartlar altında 2şer tane kolu bacağı eli gözü kaşı olan ve senin kadar ortalama bir zeka düzeyine sahip bir kişidir. Tek farkı karşısındaki insanda neye bakacağını ve ne'den ne çıkaracağını senden daha iyi bilmesidir, o kadar.

Eğer peygamber değilse - ki son peygamber 1400 küsür yıl önce geldi ve gitti - herhangi bir ilahi bağlantısı bulunmayan psikolog, sadece kendi okumaları ve tecrübesi doğrultusunda karşısındaki insanın (danışan diyelim) onda sıkıntı uyaran durumdan kurtulması için "doğru düşünmeyi öğrenmesine vesile olan" kişidir. Özellikle, BD dediğimiz "bilişsel davranışçı" psikologlar adeta "koç" vazifesi görürler senin hayatında.

"Vesile olan"'ın altını çizmek isterim fakat bir underline tuşu yok üstte. Sen idare et ve şunu asla unutma, psikolog sihirli değneğiyle sana dokunup iyi etmez. Veya dünyaya olan karamsar bakış açını bir anda bembeyaz pırıl pırıl hale getirmez. O sadece "iyi olma" yolunda seni daha güçlü ve donanımlı hale getirir ki sahip olduğun gücün farkına var ve kullanabil. Yoksa, sen aşağıda ağzını aç ve bekle balık gibi, o da sana atsın yemek sen karın doysun. Yemezler (burada göz kırpmak isterim)

_______________

Dün 2 - 3 aydır görüştüğüm bir danışanımın seans günüydü. Üstünde çalıştığımız konu, iş bulamamasından (2 yıllık bir halkla ilişkiler bitirmiş ve iyi bir işi hak ediyormuş) ve "hakkında-12 tane-olumsuz özellik-yazabildiği-ama-her nasılsa-ve-nedense-hala sevdiği-fakat-1 aydır da-karşılıklı-gurur-yapmaktan-dolayı-görüşülmeyen" şizoid özellikler sergileyen sevgiliden dolayı mutsuzluğuydu.

Umutlarımı pek çok kere yerle bir eden bu danışan ne yazık ki taş gibi sabit fikirliydi ve vardığı o farkındalık düzeyine rağmen yine de ısrarlıydı şikayet ettiği durumlar hakkında değişim göstermemeye. Velhasıl, seansı kısa kestim uzun bir yoldan gelmiş olmasına rağmen. Çünkü o seansta daha fazla devam edersek profesyonelliğimi daha fazla koruyamayacaktım. Ve bu "profesyonelliği koruyamama" da en son istediğim şeydi, zira eğer o anda kişiye psikoloğu olarak değil de "kızmış bir arkadaşı" olarak yaklaşırsam hem büyük ihtimalle bir daha seansa gelmeyecek, hem de sahip olduğu eser düzeyde olumlu duygu durumu da kaybedecekti.

Neticede, o seans bitti ve sıra önümüzdeki haftanın seansında. Umarım yaptığım son hamle işe yarar da görmesine yardımcı olduğum şeyleri içselleştirip iş bulma konusunda somut bir çaba içine girer. Eğer girmezse, çok daha çetin günler beni bekler...

______________

Hala okuyor musun?
Okuyorsan görmüşsündür ki psikolog da seninle aynı olumsuz duyguları yaşayabiliyor. Hem zaten senin gibi de 2şer tane uzvu var; e senden farkı ne o zaman? Lütfen beni ya da meslektaşlarımı "yüce kişi" gibi görmeyi bırak. Hele "kahin" veya "beyninin dibini gören & çözen tip" olarak hiç düşünme bile. Hele hele "doktor bey" statüsüne koyup özel bir saygı hiç gösterme..Öyle bir sevgi / saygı / ilgi bekleyen bir psikolog görürsen de çak ağzının ortasına elinin tersiyle, aklı başına gelsin.

Yolgeçen