Sayfalar

Bu yıl aslında iyiydi!


Bir yıl daha bitti ve ben de klasik "bu yıl nasıl oldu" hesaplarına girdim. Şöyle oldu aslında,

a. Her şeyden önce, 2010 benim için bir harcama yılıydı. Bekar olmam ve aile evinde kalmam gibi faktörleri düşününce, harcayacak çok da param oldu ve bu sayede hayatımı donattım.
b. Garip bir ironiyle, 2010 benim için bir tasarruf yılıydı. Bu yıl harcadığım kadar, hatta rakamlara bakarsam harcadığımdan daha fazlasını da yatırım amaçlı kullandım.
c. Fakat 2010 benim için sosyal anlamda bir açıdan kötü bir yıldı. Çevrem öyle kayda değer ölçüde genişlemedi, bir kaç kızla yakınlaşmama rağmen kız arkadaşım olmadı, ortamlara fazla girip çıkılmadı.
d. Aynı zamanda da 2010 yılı artık geleceğe daha çok önem vermeye başladığım yıl oldu. Yukarıda bahsettiğim tasarruf, bahsetmediğim ev alma tasarısı ve 2011 kpss'ye hazırlanmaya başlamak gibi şeyler oldu.
e. Yukarıda sosyal anlamda kötü yıl demiştim. Fakat müzik açısından değil. Bu yıl hem pek çok konserin yılı oldu , hem de beni memnun eden bir ses sistemi kurdum.
f. Bu yılda kötü olan bir şey vardı ki bana yeniydi. Önceki zamanlarıma kıyasla neredeyse hiç kitap okumadım, mesleki eğitimlere katılmadım. Tüm aktivitelerim kendime dönük olmuşken; bunlar nasıl olduysa eksik kaldı.
g. Amaa, bu geçen yılın bana en büyük katkısı şu oldu ki; artık eskisi gibi kurallar planlar düzenlere dayanmış biri değil, spontan da davranan biri oldum. Şöyle ki, mesela Beşiktaştan Kadıköye vapurla dönerken konuştuğum kişinin teklifiyle Kadıköye iner inmez Mecidiyeköy'e gittim. Bakınca çok yol, çok vasıta. Ama spontan. O anda. Fazla düşünmeden. Belki de bu yüzdendir ki yollar artık gözüme gelmiyor.

---------------

Az önce öğle tatiline dışarı çıktım ve turladım biraz. 50tl'lik Sarar gömleğe bile elim gitmezken 80tl'lik Damat'ları görünce..fark ettim ki boyum o kadar da uzamamış. Evet :)

Duvar, iki yön aynı yön..

Duvar. 
Amacı korumak. "Korumak". Beni senden uzak tutmak. "Korumak". Senin, benim yakınına gelmemi istememek. "Korumak". Aynı havayı bile solumayı istememek. "Korumak". Senden, beni görmeni bile istemeyeceğim kadar nefret etmek. 
Peki ya hiç düşündün mü?
Amacı korumak. "Korumak". Seni benden uzak tutmak. "Korumak". Benim, senin yakınına gelmemi istememek. "Korumak". Aynı havayı bile solumayı istememek. "Korumak". Benden, seni görmemi bile istemeyeceğin kadar nefret etmek. 


Hep düşünmüşümdür. Duvarlar kimi kimden korur. Deliyi mi akıllıdan, yoksa akıllıyı mı deliden..Geçmişe baktım. Cevap belli. Akıllılar var. Deliler de var. Ama ölüm, terör, kan, acı, gözyaşı hep akıllıda. Deli? Tümüyle masum..


Paylaş

Yağ Sızdıran Motor (mu?)

Dünya cidden garip oldu. Wikileaks sağolsun :)

Ben dahil pek çok kişi en başta alkışladı. Hayret içinde helal olsun dedi. Ama ben dahil pek çok kişi artık uyandı. Cevap arıyor. Böylesi muazzam evrakları basit bir erin, basit bir yöntemle ele geçirmiş olabileceğini sorguluyor. Sorgu sınırsız, düşünce de. Hatta o denli geniş uzanır ki bu - öyle olduğundan şüphelenilen - 11 Eylül misali bir durum da olabilir. Misali bir durum? Kendi kendine. Sonuçlara bakınca öyle. Muhteşem kılıf oldu 9/11!

Bakalım wikileaks olayı ileride nelere götürecek..


Paylaş

FTR

Son bir haftadır fizik tedaviye gidiyorum her sabah. Çeşitli hareketler, ağırlıklarla çalışmalar ve en son yaptığımız denge çalışmalarından önce, yaklaşık 20dk da fitness salonunda body yapanların çok iyi bildiği aletlerle 3er set 10 tekrardan. Bir ay süresi var. Bitince, en baştaki adamdan ötede olacağım orası kesin. 5 gün bile bir şeyleri değiştirmeye yetti.

İlk seansın bitiminde, Fizyoterapist bana demişti ki "yarın tshirt getir" neden? "terleyeceksin" peki. Dedim ve getirdim. O gün yoruldum. Hayatımda öyle yorulduğum azdır. Ardından tüm gün uyumamaya çalıştım. Mikro uykular kurtardı beni. Yoksa yatak olsa uyurdum mu uyurdum. Sonraki gün şaşırdılar. Kaslarım hamlık yüzünden ağrımıyordu. Ben de şaşırdım aslında. Bisiklet bile kasıklarımı ağrıtırdı. Uzun süre binmeyince normaldi.

Bugünkü seansım esnasında yeni biri geldi. Genç bir kız. Tekerlekli sandalyede. Yeditepe öğrencisi. Trafik kazası geçirmiş. Belden aşağı felç. Sesi canlıydı, yüzü güleçti. İnanıyordu ki yeterince çalışırsa eskisi gibi koşup oynamayacak olsa da, en azından iki ayağı üstünde durabilecekti. Buradan sadece 2 ay faydalanabilecekti. Devletin kuralları var. Ama takdir ettim. Gençliği inancını besliyordu. Büyük ihtimalle başaracak da. 40 yaşındayken aynı duruma gelse? Bence o kadar çabalamazdı. Fakat kızda inanç vardı.

Önemli bir değişken inanmak. Kimileri korlarda yürüyorlar. Veya eşiklerini yükseltiyorlar. Öbür yandan? Orası kötü ve kanlı. Tarih kıpkırmızı kandan. Yüz binler ölü. Topraklar kıpkırmızı. Sırf inanç yüzünden. Veya sayesinde. Hasan Sabbah oldu, Vikingler oldu. Haçlılar oldu. Güney Fransa dümdüz oldu. İnanç bizde de oldu. Çanakkale'yi kim unutur? Öleceğini bile bile mevziden fırlamak. Dümdüz emirle olacak iş değil. Veya GS zamanında UEFA aldı. Yetmedi Süper Kupa da aldı. Takım çok mu güçlüydü? Hayır, inanç vardı.

Bu sabah da

Bu sabah da tesisteki fizyoterapi ünitesine gittim ve 1 saat boyunca garip gurup hareketler yapıp terledim. 8er 10ar kiloluk ağırlıklarla havalı isimleri olan hareketler yaptım. Bir tanesinde de 40 kiloya çıktım. Zorlanmak eğlenceliydi. Şu anda yorgunluğun doğal etkisi, uykum var deli gibi. Fakat bir yandan da okumam gereken 105 sayfa :) Neyse bulurum artık bir yol.

Paylaş

En Sevilen Seri Katil

                                        
şu adamın şirinliğine bakın! 

Duygular bir insan için önemlidir. Ve süreçler sonucunda oluşur. Yani, duygu = sonuç. Bir kere kazanıldıktan sonra da bilinçsiz olarak o anki duruma en uygun şekilde tekrarlanırlar. Ardından da davranış gelir. 

 Duygu->Davranış 

Şahsen çok sevdiğim (ve gerçeğin oldukça doğru yansıtıldığı) kara mizah - gerilim dizisi Dexter'daki baş rol adamı Dexter (Michael Hall) da davranışlarını duyguya oturtmuş bir adam. Duyguya oturtmak derken, duygusuzluğuna daha doğrusu. O, sadece üvey babasının ona çocukken aşılamaya başladığı ilkelerle büyümüş ve kendisininmiş gibi benimsemiş ama bu süreçte tüm duygularından da arınmış biri. 

Henüz minik çocukken anneniz gözünüzün önünde canlı canlı elektrikli testere ile doğranır ve siz de o berbat geriye kalanların ve kan gölünün yanında 3 gün yalnız başına bırakılırsanız, oluşabilecek travmayı hayal etmek zor. Fakat seri katilliğe götürmesi anlaşılır. Zaten tüm seri katillerde öyle yada böyle bir çocukluk travması görülür. Bu ister kötüye kullanım olsun, ister taciz, ister tecavüz; fark etmez. Zaten sanırım öyle yaşantılardan dolayı da kimi seri katillerde anlaşılması zor bir "adalet anlayışı" vardır. Bir nevi intikamdır onları güdüleyen. O yüzden genelde tek bir "tür" üstüne yoğunlaşırlar. Tür derken de, cinsiyet, görünüm, davranış v.b.

Peki bizimkisi ne yapıyor? Mükemmel yansıtılmış ve gerçekleşmediğinde kötü hissettiği seri katilliğini Raskolnikov-vari bir sorgulama taşımadan, basit ve dümdüz bir şekilde "kötü adam"ları öldürüp, bir o kadar titizlikle parçalayarak ve paketleyerek yaşıyor. Adalet duygusu eşliğinde içindeki boşluğu dolduruyor. Poliste kan analizcisi olarak yıllardır çalıştığı için de neyin nasıl olacağını biliyor ve iz bırakmıyor. Duyguları oluşmamış bir sosyopat olduğu ama üvey babanın yardımıyla "idare etmeyi" öğrendiği için de, cici - efendi - sessiz - akıllı uslu olarak geçip gidiyor. Zaman zaman içindeki derin boşluğu doldurmak amacıyla başka kişilere bağlanıyorsa da, Dexter her zaman Dexter kalacaktır.



Paylaş

İslam Stili

Geçen bi zamanda otobüste çarşaflı bir genç kızın postacı çantasına gözüm takıldı. Üstündeki örtüler kadar siyahtı. Ama onların olmadığı kadar ilgi uyandırıcıydı. Üstündeki "Oku Kur'an'ı şarj et imanını" yazısı beni benden alıverdi :) Vay be dedim, İslam o ciddi, kapalı ve sakallı imajdan çıkmış! Ardından bugün o çantayı araştırırken ne göreyim? 


 

Şaşkınlıkla vay anam vay dedikten sonra görüyorum ki bu Almanya merkezli ama dünyaya dağılmış bir şirketmiş. Kurucuları Türk olan (nedense şaşırmadım) bu şirket, İslam'ın değişen yüzü tadında ürünleri tüm dünya çapında satıyormuş. 
 

Bana sorarsanız, çook güzel ve anlamlı dizaynları var adamların. Hani kimin aklına gelirdi ki dümdüz yatan çöp adam gibi bir şey yapıp altına "Al Akhira: The Final Destination" diye döşemek? Neticede dalga geçmiyorlar. Hafife de almıyorlar. Tek yaptıkları, İslam'ın bilindik doğrularını modern zamanlara uyarlamak olmuş.
 

Aslında olay yapılmayanı yapmaktan ziyade, cüretkarlık. Denenmeyeni deneme cüreti. Hele Danimarka'daki Hz. Muhammed karikatürleri hala hafızalardayken böyle büyük bir işe girmek (ve başarılı da çıkmak) alkışlanacaktır bence. Tamam Hristiyanların dinleri ve İsa'yla olan ilişkileri tarzı bir durumda olalım demiyorum ama en azından biraz sempati! Biraz gülümseme. Çok mu? 
http://www.styleislam.com/ 

PS: keşke dizaynlardan bazıları sokak sanatı usulü, böyle underground tag atar tarzda falan olmasaydı.  Çünkü çağrışımları İslama iyiye hizmet etmez. 
PS2: Amerika'nın shop ekranı daha güzel http://www.styleislam.com/us/shop/stop-wars-C27102/
PS3: Duydum ki Üsküdar'da dükkanları varmış.




Paylaş

İyi bayramlar diler!

İşim engelli çocuklar ve aileleri. Başta zor gibi görünse de, alışınca karakter değiştirici :) Öyledir ki, eskiden normal çocukları ve bebekleri bile sevmeyen ben; çocuk ve bebekleri sever oldum sayelerinde. Ha Mahir abileri aşağıdakileri de apayrı sever, o başka :)








Paylaş

Nedenlere Dair

Aniydi gidişin ve bana geri gelişin. Ama bu gelişin içinde sen yoktun. Gelen, sadece hayaletindi. Evet sen öldün. Hem de çoktan öldün. Peki neden hala buradasın?

Senden sonra bir çok oldu hayatımda. Bedenler değişti suratlar değişti. Sesler ve kokular. Ruhlar. Hepsi değişti. Ve ben de değiştim. Bıraktığımdan farklı bir yerdeyim şu an. Ama sen mezarında değilsin. Bilirsin, ölüler ölü kalmalıdır. Peki sen neden kalmadın?

Tüm filmi geri sarsam, ileri sararken sen olmazdın. Öylesine istemezdim seni.

Lütfen hoşçakal...

Paylaş

Soru - Cevap: Çocuklar ve Silah




Soru: Sabah iki tane çocuğu oyuncak silahlarla birbirine ateş ederken gördüm aklıma takıldı. Aklı, mantığı nedir bu oyuncak silahların? Şu anki düzene çocukluktan alıştıralım ki sonra sorgulamasınlar zihniyeti mi var yoksa gerçekten çocuk gelişiminde belli faydaları var mı? evet zararlarını biliyorum. ancak yararları da var mı onu merak ediyorum. yani psikologun biri çıksa "evet şu şekilde düşünmeyi geliştirir" dese rahatlayacağım :) 

Gelen Bir Cevap: dün yolda bulduğu köpük kutu desteğini ortadan kırıp bir süre silah yapıp oynadıktan sonra bahçe tellerine takan bir oğlan gördüm. 
sanıyorum ki genlere işlemiş bir durum. 
tüm oyuncakları ortadan kaldır, tüm orduları lağvet, yine de iki oğlan çocuğu misketleri veya herhangi birşey için dövüşecektir. bu güç gösterisi kimi canlılarda zarara yol açmasa ve sadece gösteriş ile bitse de, insan ırkı herhalde en zararlı çıkanlardan biri olsa gerek. 

her zaman en güçlü döl kazanıyor. rahme düşerken de, rahime düşürürken de. insanlar bu gücü para, mevki, bedensel güç gibi kavramlarla örtüştürmeye çalışsa da sonuçta yaradılış ile ilgili. 

birçok beceriyi geliştirir. strateji, dostluk, cesaret, özgüven... ama bunu kimi çocuk silahla yapar, kimi satrançla mesela. 



Benim Cevap: Aradığın psikolog benim ve çıkıp diyorum ki eski yunandan gelen bir deyiş vardır; silahın kendisi de şiddet çıkarır... 

Doğamızda var meselesi sallantılı. Olayı Roussoeau ile Hobbes'in insanın doğasının iyi mi kötü mü olduğu tartışmasına (tabii bilfiil tartışamadılar) kadar gider de gider. Şu an itibariyle elimizde ancak bakış açısı kalır. Eğer benim fikrimi öğrenmek istersen; insan %100 doğada doğsa, gelişse ve yaşasa bile dolaylı yoldan da olsa şiddete meyilli olacaktır. Çünkü istediğini almak için alet yapmayı veya kullanmayı akıl edebilen varlıklardanız. Hatta bunların en gelişmiş beyinlisiyiz. Ve bir yerde gördüğümüz besini almak için, eğer çok açsak başkasına izin veremeyiz. En nihayetinde bizler de çeşitli içgüdüleri olan canlılarız ve varlığımızı sürdürmek için ne yapmak gerekiyorsa yaparız.. 

Çocukların silahla oynaması hadisesinde silahın kendisinin bir faydası yok. Ha fayda derken, + şeyleri alırsan yok. Fakat çocuklar o oyuncak silahlarla atıyorum terör ve kantır rollerine sıkı sıkı sarılıp counter strike oynamaya karar verirse, yada nebliim Rainbow Six falan gibi taktik adam vurma oyunlarınu canlandırırsa, o biraz başka. Evet onda bir nebze kazanç var. Ama bolca (-) katacağı bence aşikar. Misal, tabancanın sıradanlaşması. Doğal olması. Karadenizde de silah çok doğal olduğu için kafası kızdığında çekip vurmaktan çekinmez oradaki insanlar. Ha tabii tüm Karadenizliler öyle değildir. Ama görünen köy kılavuz istemez, erken yaştan silaha maruz kalmak ileride hayatına almayı kolaylaştırır. 

Duvar.Birinci

Bir taşı başkasının üstüne koyunca olur sana yükselti. Taşları yanyana koymaya devam edersen olur sana engel. Mütemadiyen devam edip de bir şeyin etrafını çevirirsen olur sana duvar. 


Tahminimce insanlar bir şeye sahip oldu olalı duvarlar da hayatının parçası oldu. Sahip olunan bir şey sürekli korunmak istendi ona sahip olmayanlardan. Bu bir yığın buğdayken veya üç beş koyun keçi vs. olunca özel bir durum yoktu. Adam binbir emekle yetiştirdiği ekinlerini onları emek harcamadan elde etmek isteyenlerden korumak istiyordu, nedir? En başta evet böyleydi. Peki sonra? 
Sonra yine koruma amaçlı duvarlar başladı. Zaman geçti, bir toprağı koruyan savunmalı bina - ki adı kale oluyor - daha da savunmalı olsun diye etrafına çekildi. Yada gitti hükümdarın teki bir bahçe yaptırdı kendine. Öyle bir bahçeydi ki tam cennet bahçelerinin taklidi. Sonra gitti adeta bi evladı korur gibi etrafına duvarı ördürdü kimse dokunmasın diye. Yada orada aşk vardı, sevdiğine kimse el sürmemeliydi. Bazen de hayatta kalma içgüdüsü oldu ve Çin Seddi gibi muazzam yapılar inşaa edildi.


Tüm bu taştan duvarlar iyiydi. Dışarıdan gelenler elini kolunu sallaya sallaya içeri giremiyor, içerdekiler de kafalarına göre dışarı çıkamıyordu. Korumalı ve kontrollü giriş çıkışlarıyla, adeta bir varlık sembolleriydi. Ben varım ve BURADAYIM demenin, hakimiyeti ilan etmenin havalı bir yoluydu. Zira o zamanlar en havalı yol, genelde en işe yarayan yoldu.

Yine zaman geçti ve geçti ama bir şeyleri ele geçirmek için duvarlar engel olmaya devam etti. Ama artık birkaç bin yıl geçmiş, insanlar duvarların aşılmazlığı karşısında gerçekten sıkılmıştı. İşte tam o sıralar bir grup sivri akıllı patlayan siyah toza sahip cisimleri yukarıdan atmanın yolunu buldu. Buna topçu dedik. İşte o an duvarların artık sadece taş israfı olduğu andı. Hızla anlaşıldı ki artık koruma amaçlı duvarla uğraşmak faydasızdı. Nede olsa iki iç zıpır gelip patlayıcıları yukarıdan aşırtıp yine belleri bükecekti. 


Derken insanlar ürettiklerini daha çok üretmenin yolunu buldu. Bildiğin su! Altında ateşi yakınca oluşan duman daha fazla üretim yapılması için bilmemkaç işçinin işini görüyordu..Ve böylece uzun yıllar geçti görece sukunette. Tabi görece! En azından kimse birbirini dünya çapında yemedi. Bu da böyle gitti de gitti. Ama tabii her güzel şey gibi bu da bitecekti ve ilk dünya savaşı koptu. Hikayesi de vurulan bir paşa oğlu yada öyle birşeydi. 





Bu tırıvırı hikaye yüzünden beş altı yıl birbirini yiyen insanlar duvarları da unutmuştu. Devir dümdüz saldırma devriydi. Ve haliyle dümdüz de savunma. O yüzden savunma hattı adında askeri bir olay doğdu. Sağlam zırhlı kalın betonlu ve bol silahlı duvarlar yaptılar. İçlerini de oyup toprağa oturttular ki kimse saldırıp geçemesin. Fikir etkileciydi. Barbarları durduran Çin Seddinden beri böyle muazzam bir savunma hattı çekilmemişti. Ülke başarıya ulaşacak ve vahşi düşmanı daha duvara el süremeden sapır sapır dökecekti!

Etkileyici fikir, o pek barbar ve vahşi düşmanın 2. dünya savaşında bu duvarın etrafından dolaşmasıyla absürt komedi haline geldi. Anlaşıldı ki duvarlar hatlar da yararsız. Ama halen de erişimi istenmeyen çeşitli şeyler var? O zaman napıldı, en eski taktiklerden biri izlendi, yer altında derine gömüldüler. Veya en uzak dağın en yüksek tepesine çıkarıldılar. Bütün bu çabalar, iyi veya kötü - öyle yada böyle - doğru yada yanlış korumak içindi..Takdire şayan bir hırs, evet..

Devamı 2. yazıda Bugünlere gelecek ve ötesine gideceğiz. 

Paylaş

Zamanın Donduğu An

Hayatı çok şükür güzeldi. Öğretmendi. Evli ve iki çocukluydu. Emekliliğine az kalmıştı. 
Vakti dolsun, memlekete göç edeceklerdi. Her ne kadar oturdukları yer muteber sayılsa da, büyükşehir büyükşehirdi. Kendisi gibi yaşını başını almış eşi de fabrikada bir kazadan sonra malülen emekli olmuştu. Çocuklar da iyice büyümüş, biri evli diğeri de nişanlanma arifesindeydi. 
Hayattan zevk almasını bilirdi. Gerek yıllardır yaşadığı Büyükçekmece sahilinin modern havası, gerekse de kendi mizacından dolayı açık bir insandı. Sosyalliği sever, gezmek dolaşmak büyük haz verirdi. Çevresinde de kemikleşmiş bir arkadaş grubu. Yıllardır tanıyordu hepsini. Doğal nedenlerle gruptan çıkanlar olsa da, açık havada yada çay bahçesinde oturmak, içtenlikle konuşmak ve paylaşmak yıllardır hiç bırakmadıkları bir aktiviteydi. 

O sabah, her zamanki sabahlardan biriydi. Mayısın sonuna doğruydu. Güneş tüm ihtişamıyla ağır ağır yükselirken, o da gözlerini açtı. Uyanma vakti gelmiş olmalıydı. Zaten gecenin sıcağının da etkisiyle fazla uyuyamamıştı. O yüzden de yatak sefasını uzatmamaya karar verdi ve doğruldu. Ayaklarını yere koydu ve yüzünü yıkamak için banyoya seyirtti. Yolda hafiften topalladığını fark etti. Sağ bacak nedense normal gücünde değildi. Neyse, illa geçerdi. Yüzünü yıkamak için musluğa uzandığında nedense zorlandığını hissetti çevirirken. Herhalde eşi gece tuvalete gitmiş ve musluğu kapatırken fazla sıkmış olmalıydı. Diğer elinin de yardımıyla musluğu kapatıp mutfağa gitti ve her sabah yaptığı gibi demliğe çay, çaydanlığa su koydu. Çayı çok severdi. Okulda da sürekli içerdi. Ama evinde tomurcuklu çayın kokusunu okulda asla bulamazdı. çayın o bahar kokuları burnuna gelirken, çaydanlık su dolarken elindeki kasılmayı umursamamaya çalıştı. Ağırlaşmıştı çaydanlık. Bundan daha normal bir şey olamazdı. 



Çay demlendi, eşi kalktı, kahvaltı yapıldı, kadın giyindi, okula gitti, akşam oldu, eve döndü. 


Sabahki değişiklikleri kafasına takmamıştı. Ama sağ bacağı tüm gün hafif hafif topallamaya devam etmese iyi olurdu. Sağ eli kolu da artık nedense eski gücünde değildi. Allah allah, bir gecede olabilecek şeyler miydi bunlar? Vardır bir hayrı diyip devam etti. Ve böylece 


Aylar geçti. Aylar geçerken, sağındaki o topallama ve güçsüzlük hiç geçmedi. Doktorları sevmezdi, genelde ukala olurlardı beyefendiler ve hanımefendiler. Ama günlerden bir gün sağ tarafındaki tüm arazlara hafifen peltek konuşmaya başladığını fark etmesi eklenince tam anlamıyla karaları bağladı. Tamam yaşından dolayı elden ayaktan kesilebilirdi. Görülmemiş bir şey miydi sanki? Ama dil? Ve hele her ne kadar daha emekli olmasa da işi öğretmenlikken dil? 


Kendine güçlükle söz geçirip doktora gitmeye karar verdi. Aslında doktora gitmek hala problemdi. Hangi doktora gidecekti? Düşünüp taşınıp arkadaşlarına da sorup bir nöroloğa gitmeye karar verdi. Ama gitmişken iyisine gitmeliydi. Yine arkadaşları devreye girdi ve arandı tarandı; Şişli'de muaynehanesi olan bir Çapa prof. doktoru bulundu. Randevu alındı, gidildi ve doktor önce klasik "takip et, bak,it,çek,kaldır,indir" gibi fizyolojik direktiflerden oluşan ön muaynesini yapıp içeri, dağınık odasına yönlendirip sözü ona verdi ve şikayetleri dinledi. Kadından bir beyin MR'ı istedi. Ama bizimkisi bunu beklemiyordu. Olanları kolay kolay ciddiye almayan karakteri beyin MR'ı gibi nokta atışı bir tetkik karşısında titredi, soru işaretlerine boğuldu. Bunları da sordu ama doktordan net bir cevap olamadı. En önemli sorusu "Ne olabilir doktor bey?" oldu. Aldığı cevap kesin ve netti. "MR'dan sonra konuşacağız" 


Kendisine karanlık gelen bir ses tonuyla duyduğu cevap onu daha da kaygılandırdı. Ama fark etti ki adam haklıydı, tetkik olmadan ne diyebilirdi ki? Ardından yakında görüntüleme merkezine gitti ve elinde doktorun yazdığı kağıtla MR'ını çektirdi. Hayatındaki ilk beyin MR tecrübesiydi ve ne kadar çevrelerde hoş bir şey olmadığı duymuş olsa da, düşündü ki "görmem lazımmış". Tüm o traktör motoru benzeri ve düzensiz ritmde gümbürdemeyle geçen yarım saatin ardından raporu yarın almak üzere çıktı ve eve gitti. 


Raporu alacağı sabah, hayatının en tatsız sabahlarından biriydi. Ne kadar da pek önemsememeye çalışsa da, aralarında artık olmayan arkadaşlarının kimilerinin son günlerini nasıl geçirdiğini çok çok iyi biliyordu. Tüm o kaygısız, hayatı seven ve zevk alan yapısı onlar gibi muhtaç halde geçen bir zamanı kaldıramazdı. Gezip görmedikten sonra, yada hiç olmadı bir çay bahçesinde pırıl pırıl güneşli bir vakitte güzel bir çay için eski dostlarla laflayamadıktan sonra hayatın ne anlamı vardı? Evet eşi ve çocukları bir şeydi. Ama hayata kendisi için gelmişti en nihayetinde. Tamamen kendine ait zevkleri olmalıydı ve fazlasıyla da vardı. 


Böyle düşüncelerle önce merkeze uğrayıp zarf içinde raporu ve fimleri aldı ve doktorun yolunu tuttu... 


O günün üstünden yıllar geçti. Bir gün artık evlenmiş kızı, hakkında iyice kaygılanıp onu psikoloğa götürmeye karar verdi. Tavsiye üstüne yine Büyükçekmece'de bir tanesini buldu. Randevuya annesinin kolunda geldi. Ağır ağır içeri girdiler. Aynı ağırlıkla anne koltuğa oturtuldu. Ardından kız bir iki ön bilgiden sonra çıktı ve tüm hareketleri kadar konuşması da ağırlaşmış anne ile genç psikoloğun seansı başladı. Haftada iki seans temposuyla üç ay kadar görüşüldü. Anne artık biraz daha keyifliydi. hastalığı yüzünden ellerini ve bacaklarını fazla kullanamasa da, elleri yüzünden çoğunlukla kızının yakın ilgisine bağlı olsa da ve konuşması da iyice bozulmuş olsa da, hayat güzeldi! 


Derken, seanslardan birine gelinmedi. Olabilir diye düşündü psikolog. Bir, iki oldu. İki de üç olunca..birşeyler vardı ve aramaya karar verdi. Telefonu çıkan kızı özür diledi ve bir sonrakine geleceklerini söyledi, kapattı. Ses tonundaki kasvet barizdi. Bir sonraki seansa gelindi. Kız annenin oturmasına yardım etti ve çıktı. Yüzü düşmüş gibiydi. Bir iki sıradan sorudan sonra, psikoloğun karşısındaki artık yaştan ve hastalıktan darmadağın görünen o eskilerin neşeli, kaygısız ve hayatı seven kadını ansızın bir soru sordu: 


"G-gg-ggün-nnn-neş..nnn-nn-nee-dd-een..dd-doğ-ddoğğu-yyo-yor?" 




O an zamanın durduğu andı. O an benim bittiğim andı. Güneşin neden doğduğunu soran bir insan. Şu anda yazarken bile sarsıyor. Öyle bir soruydu, hiç bir yanıtı yoktu. Olan yanıtlar da kifayetsizdi..Hastalığı yüzünden hep korktuğu ve hep reddettiği muhtaç yaşama düşmüş olan ve tüm varlığıyla ölmek isteyen, bir intihar teşebbüsü yüzünden hastahanede iki buçuk hafta kalan bir insana hangi yanıt verilebilirdi? 

Kadın bir hafta sonra öldü. Ani ve ağır bir akciğer yetmezliğiydi. Ciğer bile artık daha fazla ızdırap vermeyi reddetmişti. Açıkçası beni ve eminim ki çevresindekileri mutlu eden bir gidişti bu. 

Hayatı yaşayamadıktan sonra salt varolmanın ne anlamı vardı? 

Epilog__ 

Kadın "Amiyotrofik lateral skleroz" hastasıydı. Yani ALS. 
http://tr.wikipedia.org/wiki/Amyotrofik_lateral_skleroz 

Paylaş

Psikologsal Çığlık

Beni bilen bilir, bilmeyen de tahmin eder ki diğer insanlarla fazla içli dışlı biri değilimdir. Ne öyle üçyüzbeşyüz üçyüzbeşyüz takılmayı severim, ne de dağ bayır piknik senin sayfiye benim dolaşmayı. Tüm bu a-sosyalliğin bir sonucu olarak da kitaplara yöneldim. Onların yanında da Allah ne verirse artık :) Derken bi gün psikolog oldum. Nıhahahaa artık hepsini bilecektim! Tüm insanların kodunu çözecek, tüm sosyal mekanizmaları yalamış yutmuş biri olarak aralarında çalım sata sata dolaşıp bana birisi leb dediğinde leblebi ağacının tohumunu bırakan leblebi bitkisinini dölleyen arının kanat açıklığının karekökünü anlayacak ve anlatacaktım. 

Tabii bunlar benim salak düşüncelerimdi. Hayatsa bambaşka tasarılar kuruyor ve beni yormaya başlıyordu aslında. Bugünse bir nevi dönüm noktası oldu. Arka arkaya iki tane danışman kendimi kötü hissetmeme yol açtı. Hayır onlar klasik "berbatın da berbatı koşullarda yaşayan ve 4 ağır zihinsel engellisi olan aile" değillerdi. Öyle olsalardı iş nispeten kolaydı. Biz evet sizin iyiliğinizi istiyoruz kapısı ve eşliğinde gelen "ancak buraya kadar yardım edebiliriz" yolu her zaman açıktı ve aşina bir sızıydı onun çaresizliği. Fakat bu seferkiler, kafamda kavramsallaştıramadığım vakalardı. Ve inanın bana, bir psikoloğu bu ciddi yaralar ve düşündürür.



Kavramsallaştırmak, bizim için üstünde çalışılabilecek bir çerçeveye oturtmaktır. Nasıl göremediğimiz bir şeyle normal şartlar altında samimi olamazsak, çerçevelenmemiş bir sorunla uğraşmak bir o kadar zordur. Neyse, bu vakalardan biri aşağı yukarı şöyle bişeydi: Dışarıda çok iyi, cici, efendi, sakin vb bilinen 24 yaşında bir kız. Fakat eve gelince cadının en dik alası. Hayır bu cadı, sade cadı da değil; ondan ziyade ota boka öfke patlamaları yaşayan bir kişi. Ama evet, sadece evin içinde :) Neyse, öyle böyle şöyle bir saate yakın görüşüp normal seans süremi de aştıktan sonra fark ettim ki hayır anasını satiim, BU KAFAMDA BİR YERE OTURMUYOR. 

Diyen olabilir, git o kafaya baktır hacı diye. Ama bu kafa neler gördü de bir ambivalans durumunu aşamayacak? Herneyse, vaziyete göre evet kız dışarda dünya tatlısı ama evde cadının cadısı. Ama NEDEN yok. Anasını satiym, hiçbir yolla ortaya çıkan bir neden yok. Sürekli "hiiç, öylesine" var bana cevap olarak geri dönen. Ha akabinde sinirimin bozulması ve olaydan tamamen kopup karşılıklı gülüşmemiz de var ama o konu dışı :) Lan yoksa kasıtlı mıydı?? 

Çok şükür ki seansın sonunda, artık son sözler sarf edilirken ufak bir ışık alabildim ve madara olmadım. Tekrar çok şükür, bu sefer de yatmadım ters köşeye. Ama yine de neymiş? Herşey bir nedene bağlıymış :D 



Tüm bu yazdıklarım eski bir anımı hatırlattı şimdi: 

"Dün 2 - 3 aydır görüştüğüm bir danışanımın seans günüydü. Üstünde çalıştığımız konu, iş bulamamasından (2 yıllık bir halkla ilişkiler bitirmiş ve iyi bir işi hak ediyormuş) ve "hakkında-12 tane-olumsuz özellik-yazabildiği-ama-hernasılsa-ve-nedense-hala sevdiği-fakat-1 aydır da-karşılıklı-gurur-yapmaktan-dolayı-görüşülmeyen" şizoid özellikler sergileyen sevgiliden dolayı mutsuzluğuydu. 

Umutlarımı pek çok kere yerle bir eden bu danışan ne yazık ki taş gibi sabit fikirliydi ve vardığı o farkındalık düzeyine rağmen yine de ısrarlıydı şikayet ettiği durumlar hakkında değişim göstermemeye. Velhasıl, seansı kısa kestim uzun bir yoldan gelmiş olmasına rağmen. Çünkü o seansta daha fazla devam edersek profesyonelliğimi daha fazla koruyamayacaktım. Ve bu "profesyonelliği koruyamama" da en son istediğim şeydi, zira eğer o anda kişiye psikoloğu olarak değil de "kızmış bir arkadaşı" olarak yaklaşırsam hem büyük ihtimalle bir daha seansa gelmeyecek, hem de sahip olduğu eser düzeyde olumlu duygu durumu da kaybedecekti. 

Neticede, o seans bitti ve sıra önümüzdeki haftanın seansında. Umarım yaptığım son hamle işe yarar da görmesine yardımcı olduğum şeyleri içselleştirip iş bulma konusunda somut bir çaba içine girer. Eğer girmezse, çok daha çetin günler beni bekler..." 

PS: O danışan bir daha gelmedi. Bana da iyi bir deneyim oldu. 

Paylaş

Oyundan Ötesi Call of Duty Modern Warfare


Oyunseverler bilecektir, Call of Duty adında gerçekçi bir "adam vurma oyunu" vardır. Birinci oyunda 2. dünya savaşında herhangi bir askerken ikinci, üçüncü, dördünce de vaziyet değişmedi. Bu dört oyunu bulmuş seri durmadı devam etti ve Call of Duty Modern Warfare ismini alarak devam etti. Geçen yıl da Modern Warfare 2 çıktı ve oyun dünyası Modern Warfare ile hırpalanmışken, bu sefer iyice karıştı. 

Modern Warfare 1'de oynayanı eğer düşünürse hırpalayan birden çok bölüm vardı ve genel olarak bu tarzı düşününce, anormal bir yenilikti. Bu yazıda ikinci oyuna girmeyip sadece Modern Warfare 1'i konu alacağım. İleride anlatırım neden. 




Bölümde kahraman Amerikan özel tim askerleri Ortadoğulu "kötü adam"ı tomarla ter döküp en sonunda bulmuştur. En sonunda onun sesinin geldiği odaya girip "bölüm sonu canavarı" ile kapışılacakken, bir bakılır ki sadece tekrarlayan televizyon yayını..gibi birşey!! Neyse ki CIA falan iyidir, esas yeri söylerler ve giderler indiririz. 


Ardından binayı terkeden askerlerin telsizleri tekrar konuşur "uh oh, burada bir sorunumuz var" Sorun, zaman ayarlı ve filmlerdeki gibi geri sayan bir nükleer bombadır. Bunu duyan adamlarımız kaç kaç kaç modunda helikopterlerine koşar, kaçan kaçar ve bizimkiler de canhıraş havalanmışken...bomba patlar! 



 
Gelen patlama dalgası bizimkiler dahil herkesi yutar ve paramparça eder, bizim helikopter de paramparça çakılır ve ekran kararır... 


Bölüm aslında burada başlamaktadır. Ağır ağır uyanan adamımız belli ki berbat haldedir, ama yine de son bir umut dışarı sürünür. Tek gördüğü kıpkırmızı ve paramparça bir şehir, yükselen devasa mantar bulutu, kül ve alev alev yanmakta olan bir çocuk parkıdır. 
 


Tam burada alışıldık Amerikan rüyasını bekler ve yaklaşan kurtarma helikopterlerini ararken, adamımız bir metre daha sürünebilir, sonra dayanamaz ve düşer, her şey biter.. 


Bu neden etkiledi? Çünkü yüzbinlerin bir anda ölümü ve sistemin kendi içinden sistemin malubiyeti resmedildi. Çünkü alışıldık son dakika kurtuluşu olmadı. Çünkü oyun tarihinde ender - belki de ilk kez - oyuncunun karakteri oyun bitmeden ve hiçbir kurtuluş şansı olmadan öldü.. 


Böylece oyun tarihindeki en radikal sahnelerinden biri yaşandı. Ama burada bitmedi, ikinci oyunda henüz başlamadan önce "Bu bölüm böyle böyle böyledir, yine de oynamak ister misiniz?" uyarısı çıkan bir bölüm vardı. O bölümse ikinci yazının konusu olacak. Yazacağım yazı kimilerini kesmeyebilir, onlar da USA Today falan ciddi gastelere baksınlar. Zira bahsedeceğim bölüm en ciddi basın organlarına bile taşındı.. 



Paylaş

Şüphenin Bir Adım Ötesi



PARANOYA Herkesin kesin sizin peşinizde olduğunu hissi 

İnsanlarda normal şartlar altında kendiliğinden oluşan bir iki duygu durum vardır. Bunların biri de şüphelenmektir. Şüphe, görünenin arkasında başka bir şey olduğunu düşünmektir. Olan olayın öncesi ya da sonrasında tereddüt etmektir. Tereddüdün eşliğinde, olan olayı rahatça sindirebileceğimiz bir çerçeveye sokmak için cevaplar aramak gelir. Bu yüzdendir ki bir bütün olarak bilim, ki temeli şüphedir, böylesi gelişmektedir.


Bizlerde doğal halde bulunan duygulardan biri şüphe, normal şartlar altında olan her şey gibi zararsız, hatta yararlıdır. Tehlikelerden korur, götürüsü getirisinden fazla olacak maceralardan alıkoyar, güvenilecek ve dayanılacak insanları seçtirir, oluşturduğumuz organizasyonlarda dayanıklılığı sağlar ve daha akla gelmeyen birçok yarar sağlar.

Fakat her şeyin fazlası gibi, şüphenin de fazlası yararlı değildir. 1912 yılında Alman psikiyatristi Kreapelin'e teşekkür ederek bir hastalık olarak sınıflandirdigimiz ve ismine "paranoya" dediğimiz aşırı korku ve kaygıdan doğan aşırı şüphecilik, şüphe gibi gerçeklerden kaynaklanmaz ve mantık dişi alanına girdiği için gerçeklere de götürmez. Sıklıkla da depresyon, takınç ve şizofreni gibi bozukluklarla dirsek temasındadır. Öyledir ki paranoyak bir düşünce olan "tüm insanlar kötülüğümü istiyor" rahatça Depresyon veya esliğinde başka işaretler varsa Paranoid Şizofreni tanısına götürebilir.

Paranoid düşüncelerin kimi tipleri vardır.
A. Kıskançlık Temelli: Düşük öz güven, benlik algısı ve saygısı durumlarında oluşabilen ve diğerlerinin hayatini cehenneme çevirebilen ve dışa vurulursa engelleyici olabilen paranoid düşüncedir.
B. Delüzyon (Sanrı) Temelli: Dünyayı değiştirecek çok önemli buluşları olduğunu ama gizli teşkilatların ona engel olduğunu iddia eden kişi.
C. Bedensel Temelli: Her hangi bir yüzeyle temas ettiğinde bulaşacak parazitlerin ağzına kadar tırmanarak onu hasta edip kovalarca kusturacağını düşünen kişi.
D. Erotomani Temelli: Televizyonda gördüğü veya konserine bir iki kere gittiği bir ünlünün ona asık olduğunu düşünen kişi.

Özetle görüyoruz ki basit şüphe olarak başlayan şeyler de eğer mantık sınırına takılmazsa paranoya dediğimiz hastalıklı düşünceye dönüşebiliyor. Kendimizi ve etrafımızı korumak için bize düşen şey, şüphelendiğimiz herhangi bir şey karşısında biraz durup, serinleyip, ondan sonra soruları sormak olacaktır. Ha şüpheler yine de yükseliyorsa da erkenden bir uzman yardımı almak en doğrusudur. Erken olmasına özellikle dikkat çekerim; ilerledikten sonra yardım almaya güvenemeyeceğiniz kadar sınırı geçmiş olacaksınız.



Kişilerdeki şüphe ve onun üst hali paranoya kabaca böyleydi. Fakat bu kadar değil. Bir de en yakın örneğini 11 Eylül sonrası gördüğümüz politik paranoya var.

Uzaktan bakınca en tehlikelisi olabilen bu tür, tamamen sosyal mühendislik eseridir. Paranoyaya eşlik eden korku doğal değil, medya ve başka kaynaklar yoluyla yaratılmıştır. Bu yüzden de haliyle asıllı ve mantıklı bir korku değildir.

Haklarında kışkırtılacak "öteki"ler belirlenmiş, "mağdur" halkta da "yabancı" düşmanlığı anlamına gelen xenofobi had safhaya varmış haldeyken önlerine gelen doğru yanlış iyi kötü her şeyi hiç sorgulamadan kabul etmektedir. O yüzden de böyle durumlarda, ileride apaçık zararlarına bile işleyecek olsa da, "onları cansiperane koruyan yüce devletlerinin bekası" adına her şey gık çıkarmadan kabuldür.

Yanısıra, uygulayan devlete de iç işlerinde büyük bir meşrutiyet tanınmıştır. İstediğini tutmak ve bırakmak ve sonra yok etmek, hem de hesap vermeksizin, serbesttir.
Bkz. Nazi rejimi, Soğuk Savaş, 11 Eylül'den sonra ABD, Domuz Gribi v.b.

Çocuk İstismarı



 
İstismar: Birinin iyi niyetini kötüye kullanma (TDK)




Bugünlerde, çocukların yetişkinlerin ufağı olduğunu düşünülen Orta Çağ zamanlarında değiliz. Global manada öyle bir modernlikteyiz(!) ki, ataerkil anaerkil derken şu anda çocuğun güdümünde devam eden "çocukerkil" aileler var.
Bakınca, çocukların yasalarla sabit hakları var mesela. Hadi hiç olmadı salt insan olarak bile pek çok hakları var. Ki bunlar zorla aldıkları haklar da değil, hep ihsan edilmiş ve daha iyiye gitmeyi amaçlayan izinler. 


Çocuklu olanlar bilir. Normal şartlar altında öyle değerlidirler ki hem anne hem çocuk hastaysa kim için doktora gidilir? Veya çocuğun ve babanın bir şeyleree ihtiyacı varsa, kimin ihtiyacı önce karşılanır? Yada bir şey yapılacak ve çocukla alakalı bir durumdan dolayı yapılamama ihtimali varsa, o şey bırakılır yapılmaz mı yoksa çocuk mu ortadan geçici olarak kaldırılır? 


Çocuklar uğruna yaptığımız ve sizin de zaten bildiğiniz iyi şeyleri burada saysam bitmez. Ama bu madalyonun sadece bir yüzü ve hayat da olmasını istediğimiz kadar adil değil. Ve sadece Amerikada 2007 yılında 5.7 milyon çocuk bir şekilde istismara maruz kalmış. 


İstismar derken tek bir boyut yok: 
 


Ama biz sadece ana boyutlara bakarsak; 


a.Savsaklamak/İhmal 
Bu basitçe boşlamak anlamında. Yani, çocuğunun temel ihtiyaçlarına aldırmamak. Mesela yemek vermemek, su içirmemek, hijyenik koşullarda yaşatmamak, tehlikelere karşı korumamak, gerektiğinde doktora götürmemek, ebeveyn olarak geliştirici bir duygusal atmosfer sağlamamak vs. 
Tahmin edebileceğiniz gibi çocuğun yaşı büyüdükçe savsaklamadan dolayı zarar ihtimali azalıyor, çünkü çocuk kendini idare edebilir hale gelmeye başlıyor. Fakat buna rağmen, çocuk istismarı içinde en büyük yüzdeyi savsaklamak/ihmal alıyor. Neden? 1-Çünkü insan hayatındaki en kolay şeye bağlı; davranmamak. 2-Kapsamı geniş, ihmal yolları bol ve pasif bir süreç. 


b. Fiziksel İstismar

Dünya üzerinde çoğu ülkede çocuğun canını veya sağlığını riske atan davranışlar hem yasalar manasında, hem de ahlaki olarak yasaktır. Ama ne yazık, inanılan tek bir gerçek yok: 
İş gücünün pahalılığından yakındığımız dünya ekonomisinde, doğru olmayan ama ne yazık ki ucuz iş gücü yollarından biri; çocuk işçiler. 
Bir yetişkinin tutumlarını değiştirmek zorken, küçükken beyni yıkanıp doğru ortamlarda ölüm kusanlar; Afrikadaki eli keleş tutan çocuk militanlar. 
Normal ve doğru besleyebileceğinden, bakabileceğinden vb. fazla çocuk yapıp ortalığa salıp doğru düzgün büyümesini bekleyenler: hiçbir etkili ceza almayan çocuk cepçiler. 


c. Duygusal/Psikolojik İstismar 
Tanımlanması ve tespiti en zor olan istismar türüdür. Yoğunca yaşanan isim takma, gülünç düşürme, kişisel eşyaların veya hayvanının tahribi, uygunsuz veya aşırı talepler, etiketleme veya utandırma gibi olaylar bu kategoriye girer. Bir diğer örneği de rahmetli eşin yerine çocuğu koyan dul kadınlardır. Diğer bir benzer de çocuğu doğduğu cinsiyetin karşıt cinsiyetininin kalıplarında yetiştirmektir. 


d. Cinsel İstismar

İnsanları en çok yaralayan ve duyanları öfke dolduran istismar tipidir. Cinsel uyarım ve tatmin almak için eşdeğer bir yetişkinden ziyade bir çocuğu kullanmak demektir. Kapsamına çocuk pornosu da çocuk taciz / tecavüzü de girer. 
 
Cinsel İstismarı gerçekleştirenler: %78,5 Ebeveyn
(ABD'yi baz alan tablonun ülkemiz için pek de farklı olduğunu düşünmüyorum) 


Bu açıkça belli olabilecek istismar tipi mağdurlarda en ağır etkiyi bırakan kategoridir. Çünkü gerçekleştirenlerin pek çoğu halihazırda çocuğun tanıdıklarındandır. Varılmış istatistiklere göre istenmeyen eylemi gerçekleştirenlerin %30 kadarı yakın ailedendir (kardeş, baba, amca, dayı, yeğen v.b.) Ve tahmin edileceği gibi, güvenilmiş birinden gelen "kötülük" en iz bırakacak olandır. 
Teknik olarak bakınca da, kaygı bozukluğu, travma sonrası stres bozukluğu ve depresyon en yaygın görülen etkilerdir. Oyun terapisi seanslarında da bel bölgesine dikkat çekecek kadar çok ateşli/kesici/delici oyuncak silah bağlayan çocuklardaki ortak geçmiştir. 


Konu kabaca böyledir. Bu konu hakkındaki literatürün çoğunluğu her zaman olduğu gibi yabancı dillerdedir. Ama sadece buzdağının görünen kısmıdır. Çünkü bu çok bol katmanlı bir konu ve sadece "etkileri" bile bir kitap çıkartırır. İşte bu yüzden burada kesiyor ve sizi bu konuda güzel düşünülmüş bir mesaj&görselle başbaşa bırakıyorum. 






Çocuk Olmak Acıtmamalı

Paylaş

Yolgeçen