Sayfalar

Psikologsal Çığlık

Beni bilen bilir, bilmeyen de tahmin eder ki diğer insanlarla fazla içli dışlı biri değilimdir. Ne öyle üçyüzbeşyüz üçyüzbeşyüz takılmayı severim, ne de dağ bayır piknik senin sayfiye benim dolaşmayı. Tüm bu a-sosyalliğin bir sonucu olarak da kitaplara yöneldim. Onların yanında da Allah ne verirse artık :) Derken bi gün psikolog oldum. Nıhahahaa artık hepsini bilecektim! Tüm insanların kodunu çözecek, tüm sosyal mekanizmaları yalamış yutmuş biri olarak aralarında çalım sata sata dolaşıp bana birisi leb dediğinde leblebi ağacının tohumunu bırakan leblebi bitkisinini dölleyen arının kanat açıklığının karekökünü anlayacak ve anlatacaktım. 

Tabii bunlar benim salak düşüncelerimdi. Hayatsa bambaşka tasarılar kuruyor ve beni yormaya başlıyordu aslında. Bugünse bir nevi dönüm noktası oldu. Arka arkaya iki tane danışman kendimi kötü hissetmeme yol açtı. Hayır onlar klasik "berbatın da berbatı koşullarda yaşayan ve 4 ağır zihinsel engellisi olan aile" değillerdi. Öyle olsalardı iş nispeten kolaydı. Biz evet sizin iyiliğinizi istiyoruz kapısı ve eşliğinde gelen "ancak buraya kadar yardım edebiliriz" yolu her zaman açıktı ve aşina bir sızıydı onun çaresizliği. Fakat bu seferkiler, kafamda kavramsallaştıramadığım vakalardı. Ve inanın bana, bir psikoloğu bu ciddi yaralar ve düşündürür.



Kavramsallaştırmak, bizim için üstünde çalışılabilecek bir çerçeveye oturtmaktır. Nasıl göremediğimiz bir şeyle normal şartlar altında samimi olamazsak, çerçevelenmemiş bir sorunla uğraşmak bir o kadar zordur. Neyse, bu vakalardan biri aşağı yukarı şöyle bişeydi: Dışarıda çok iyi, cici, efendi, sakin vb bilinen 24 yaşında bir kız. Fakat eve gelince cadının en dik alası. Hayır bu cadı, sade cadı da değil; ondan ziyade ota boka öfke patlamaları yaşayan bir kişi. Ama evet, sadece evin içinde :) Neyse, öyle böyle şöyle bir saate yakın görüşüp normal seans süremi de aştıktan sonra fark ettim ki hayır anasını satiim, BU KAFAMDA BİR YERE OTURMUYOR. 

Diyen olabilir, git o kafaya baktır hacı diye. Ama bu kafa neler gördü de bir ambivalans durumunu aşamayacak? Herneyse, vaziyete göre evet kız dışarda dünya tatlısı ama evde cadının cadısı. Ama NEDEN yok. Anasını satiym, hiçbir yolla ortaya çıkan bir neden yok. Sürekli "hiiç, öylesine" var bana cevap olarak geri dönen. Ha akabinde sinirimin bozulması ve olaydan tamamen kopup karşılıklı gülüşmemiz de var ama o konu dışı :) Lan yoksa kasıtlı mıydı?? 

Çok şükür ki seansın sonunda, artık son sözler sarf edilirken ufak bir ışık alabildim ve madara olmadım. Tekrar çok şükür, bu sefer de yatmadım ters köşeye. Ama yine de neymiş? Herşey bir nedene bağlıymış :D 



Tüm bu yazdıklarım eski bir anımı hatırlattı şimdi: 

"Dün 2 - 3 aydır görüştüğüm bir danışanımın seans günüydü. Üstünde çalıştığımız konu, iş bulamamasından (2 yıllık bir halkla ilişkiler bitirmiş ve iyi bir işi hak ediyormuş) ve "hakkında-12 tane-olumsuz özellik-yazabildiği-ama-hernasılsa-ve-nedense-hala sevdiği-fakat-1 aydır da-karşılıklı-gurur-yapmaktan-dolayı-görüşülmeyen" şizoid özellikler sergileyen sevgiliden dolayı mutsuzluğuydu. 

Umutlarımı pek çok kere yerle bir eden bu danışan ne yazık ki taş gibi sabit fikirliydi ve vardığı o farkındalık düzeyine rağmen yine de ısrarlıydı şikayet ettiği durumlar hakkında değişim göstermemeye. Velhasıl, seansı kısa kestim uzun bir yoldan gelmiş olmasına rağmen. Çünkü o seansta daha fazla devam edersek profesyonelliğimi daha fazla koruyamayacaktım. Ve bu "profesyonelliği koruyamama" da en son istediğim şeydi, zira eğer o anda kişiye psikoloğu olarak değil de "kızmış bir arkadaşı" olarak yaklaşırsam hem büyük ihtimalle bir daha seansa gelmeyecek, hem de sahip olduğu eser düzeyde olumlu duygu durumu da kaybedecekti. 

Neticede, o seans bitti ve sıra önümüzdeki haftanın seansında. Umarım yaptığım son hamle işe yarar da görmesine yardımcı olduğum şeyleri içselleştirip iş bulma konusunda somut bir çaba içine girer. Eğer girmezse, çok daha çetin günler beni bekler..." 

PS: O danışan bir daha gelmedi. Bana da iyi bir deneyim oldu. 

Paylaş

Oyundan Ötesi Call of Duty Modern Warfare


Oyunseverler bilecektir, Call of Duty adında gerçekçi bir "adam vurma oyunu" vardır. Birinci oyunda 2. dünya savaşında herhangi bir askerken ikinci, üçüncü, dördünce de vaziyet değişmedi. Bu dört oyunu bulmuş seri durmadı devam etti ve Call of Duty Modern Warfare ismini alarak devam etti. Geçen yıl da Modern Warfare 2 çıktı ve oyun dünyası Modern Warfare ile hırpalanmışken, bu sefer iyice karıştı. 

Modern Warfare 1'de oynayanı eğer düşünürse hırpalayan birden çok bölüm vardı ve genel olarak bu tarzı düşününce, anormal bir yenilikti. Bu yazıda ikinci oyuna girmeyip sadece Modern Warfare 1'i konu alacağım. İleride anlatırım neden. 




Bölümde kahraman Amerikan özel tim askerleri Ortadoğulu "kötü adam"ı tomarla ter döküp en sonunda bulmuştur. En sonunda onun sesinin geldiği odaya girip "bölüm sonu canavarı" ile kapışılacakken, bir bakılır ki sadece tekrarlayan televizyon yayını..gibi birşey!! Neyse ki CIA falan iyidir, esas yeri söylerler ve giderler indiririz. 


Ardından binayı terkeden askerlerin telsizleri tekrar konuşur "uh oh, burada bir sorunumuz var" Sorun, zaman ayarlı ve filmlerdeki gibi geri sayan bir nükleer bombadır. Bunu duyan adamlarımız kaç kaç kaç modunda helikopterlerine koşar, kaçan kaçar ve bizimkiler de canhıraş havalanmışken...bomba patlar! 



 
Gelen patlama dalgası bizimkiler dahil herkesi yutar ve paramparça eder, bizim helikopter de paramparça çakılır ve ekran kararır... 


Bölüm aslında burada başlamaktadır. Ağır ağır uyanan adamımız belli ki berbat haldedir, ama yine de son bir umut dışarı sürünür. Tek gördüğü kıpkırmızı ve paramparça bir şehir, yükselen devasa mantar bulutu, kül ve alev alev yanmakta olan bir çocuk parkıdır. 
 


Tam burada alışıldık Amerikan rüyasını bekler ve yaklaşan kurtarma helikopterlerini ararken, adamımız bir metre daha sürünebilir, sonra dayanamaz ve düşer, her şey biter.. 


Bu neden etkiledi? Çünkü yüzbinlerin bir anda ölümü ve sistemin kendi içinden sistemin malubiyeti resmedildi. Çünkü alışıldık son dakika kurtuluşu olmadı. Çünkü oyun tarihinde ender - belki de ilk kez - oyuncunun karakteri oyun bitmeden ve hiçbir kurtuluş şansı olmadan öldü.. 


Böylece oyun tarihindeki en radikal sahnelerinden biri yaşandı. Ama burada bitmedi, ikinci oyunda henüz başlamadan önce "Bu bölüm böyle böyle böyledir, yine de oynamak ister misiniz?" uyarısı çıkan bir bölüm vardı. O bölümse ikinci yazının konusu olacak. Yazacağım yazı kimilerini kesmeyebilir, onlar da USA Today falan ciddi gastelere baksınlar. Zira bahsedeceğim bölüm en ciddi basın organlarına bile taşındı.. 



Paylaş

Şüphenin Bir Adım Ötesi



PARANOYA Herkesin kesin sizin peşinizde olduğunu hissi 

İnsanlarda normal şartlar altında kendiliğinden oluşan bir iki duygu durum vardır. Bunların biri de şüphelenmektir. Şüphe, görünenin arkasında başka bir şey olduğunu düşünmektir. Olan olayın öncesi ya da sonrasında tereddüt etmektir. Tereddüdün eşliğinde, olan olayı rahatça sindirebileceğimiz bir çerçeveye sokmak için cevaplar aramak gelir. Bu yüzdendir ki bir bütün olarak bilim, ki temeli şüphedir, böylesi gelişmektedir.


Bizlerde doğal halde bulunan duygulardan biri şüphe, normal şartlar altında olan her şey gibi zararsız, hatta yararlıdır. Tehlikelerden korur, götürüsü getirisinden fazla olacak maceralardan alıkoyar, güvenilecek ve dayanılacak insanları seçtirir, oluşturduğumuz organizasyonlarda dayanıklılığı sağlar ve daha akla gelmeyen birçok yarar sağlar.

Fakat her şeyin fazlası gibi, şüphenin de fazlası yararlı değildir. 1912 yılında Alman psikiyatristi Kreapelin'e teşekkür ederek bir hastalık olarak sınıflandirdigimiz ve ismine "paranoya" dediğimiz aşırı korku ve kaygıdan doğan aşırı şüphecilik, şüphe gibi gerçeklerden kaynaklanmaz ve mantık dişi alanına girdiği için gerçeklere de götürmez. Sıklıkla da depresyon, takınç ve şizofreni gibi bozukluklarla dirsek temasındadır. Öyledir ki paranoyak bir düşünce olan "tüm insanlar kötülüğümü istiyor" rahatça Depresyon veya esliğinde başka işaretler varsa Paranoid Şizofreni tanısına götürebilir.

Paranoid düşüncelerin kimi tipleri vardır.
A. Kıskançlık Temelli: Düşük öz güven, benlik algısı ve saygısı durumlarında oluşabilen ve diğerlerinin hayatini cehenneme çevirebilen ve dışa vurulursa engelleyici olabilen paranoid düşüncedir.
B. Delüzyon (Sanrı) Temelli: Dünyayı değiştirecek çok önemli buluşları olduğunu ama gizli teşkilatların ona engel olduğunu iddia eden kişi.
C. Bedensel Temelli: Her hangi bir yüzeyle temas ettiğinde bulaşacak parazitlerin ağzına kadar tırmanarak onu hasta edip kovalarca kusturacağını düşünen kişi.
D. Erotomani Temelli: Televizyonda gördüğü veya konserine bir iki kere gittiği bir ünlünün ona asık olduğunu düşünen kişi.

Özetle görüyoruz ki basit şüphe olarak başlayan şeyler de eğer mantık sınırına takılmazsa paranoya dediğimiz hastalıklı düşünceye dönüşebiliyor. Kendimizi ve etrafımızı korumak için bize düşen şey, şüphelendiğimiz herhangi bir şey karşısında biraz durup, serinleyip, ondan sonra soruları sormak olacaktır. Ha şüpheler yine de yükseliyorsa da erkenden bir uzman yardımı almak en doğrusudur. Erken olmasına özellikle dikkat çekerim; ilerledikten sonra yardım almaya güvenemeyeceğiniz kadar sınırı geçmiş olacaksınız.



Kişilerdeki şüphe ve onun üst hali paranoya kabaca böyleydi. Fakat bu kadar değil. Bir de en yakın örneğini 11 Eylül sonrası gördüğümüz politik paranoya var.

Uzaktan bakınca en tehlikelisi olabilen bu tür, tamamen sosyal mühendislik eseridir. Paranoyaya eşlik eden korku doğal değil, medya ve başka kaynaklar yoluyla yaratılmıştır. Bu yüzden de haliyle asıllı ve mantıklı bir korku değildir.

Haklarında kışkırtılacak "öteki"ler belirlenmiş, "mağdur" halkta da "yabancı" düşmanlığı anlamına gelen xenofobi had safhaya varmış haldeyken önlerine gelen doğru yanlış iyi kötü her şeyi hiç sorgulamadan kabul etmektedir. O yüzden de böyle durumlarda, ileride apaçık zararlarına bile işleyecek olsa da, "onları cansiperane koruyan yüce devletlerinin bekası" adına her şey gık çıkarmadan kabuldür.

Yanısıra, uygulayan devlete de iç işlerinde büyük bir meşrutiyet tanınmıştır. İstediğini tutmak ve bırakmak ve sonra yok etmek, hem de hesap vermeksizin, serbesttir.
Bkz. Nazi rejimi, Soğuk Savaş, 11 Eylül'den sonra ABD, Domuz Gribi v.b.

Çocuk İstismarı



 
İstismar: Birinin iyi niyetini kötüye kullanma (TDK)




Bugünlerde, çocukların yetişkinlerin ufağı olduğunu düşünülen Orta Çağ zamanlarında değiliz. Global manada öyle bir modernlikteyiz(!) ki, ataerkil anaerkil derken şu anda çocuğun güdümünde devam eden "çocukerkil" aileler var.
Bakınca, çocukların yasalarla sabit hakları var mesela. Hadi hiç olmadı salt insan olarak bile pek çok hakları var. Ki bunlar zorla aldıkları haklar da değil, hep ihsan edilmiş ve daha iyiye gitmeyi amaçlayan izinler. 


Çocuklu olanlar bilir. Normal şartlar altında öyle değerlidirler ki hem anne hem çocuk hastaysa kim için doktora gidilir? Veya çocuğun ve babanın bir şeyleree ihtiyacı varsa, kimin ihtiyacı önce karşılanır? Yada bir şey yapılacak ve çocukla alakalı bir durumdan dolayı yapılamama ihtimali varsa, o şey bırakılır yapılmaz mı yoksa çocuk mu ortadan geçici olarak kaldırılır? 


Çocuklar uğruna yaptığımız ve sizin de zaten bildiğiniz iyi şeyleri burada saysam bitmez. Ama bu madalyonun sadece bir yüzü ve hayat da olmasını istediğimiz kadar adil değil. Ve sadece Amerikada 2007 yılında 5.7 milyon çocuk bir şekilde istismara maruz kalmış. 


İstismar derken tek bir boyut yok: 
 


Ama biz sadece ana boyutlara bakarsak; 


a.Savsaklamak/İhmal 
Bu basitçe boşlamak anlamında. Yani, çocuğunun temel ihtiyaçlarına aldırmamak. Mesela yemek vermemek, su içirmemek, hijyenik koşullarda yaşatmamak, tehlikelere karşı korumamak, gerektiğinde doktora götürmemek, ebeveyn olarak geliştirici bir duygusal atmosfer sağlamamak vs. 
Tahmin edebileceğiniz gibi çocuğun yaşı büyüdükçe savsaklamadan dolayı zarar ihtimali azalıyor, çünkü çocuk kendini idare edebilir hale gelmeye başlıyor. Fakat buna rağmen, çocuk istismarı içinde en büyük yüzdeyi savsaklamak/ihmal alıyor. Neden? 1-Çünkü insan hayatındaki en kolay şeye bağlı; davranmamak. 2-Kapsamı geniş, ihmal yolları bol ve pasif bir süreç. 


b. Fiziksel İstismar

Dünya üzerinde çoğu ülkede çocuğun canını veya sağlığını riske atan davranışlar hem yasalar manasında, hem de ahlaki olarak yasaktır. Ama ne yazık, inanılan tek bir gerçek yok: 
İş gücünün pahalılığından yakındığımız dünya ekonomisinde, doğru olmayan ama ne yazık ki ucuz iş gücü yollarından biri; çocuk işçiler. 
Bir yetişkinin tutumlarını değiştirmek zorken, küçükken beyni yıkanıp doğru ortamlarda ölüm kusanlar; Afrikadaki eli keleş tutan çocuk militanlar. 
Normal ve doğru besleyebileceğinden, bakabileceğinden vb. fazla çocuk yapıp ortalığa salıp doğru düzgün büyümesini bekleyenler: hiçbir etkili ceza almayan çocuk cepçiler. 


c. Duygusal/Psikolojik İstismar 
Tanımlanması ve tespiti en zor olan istismar türüdür. Yoğunca yaşanan isim takma, gülünç düşürme, kişisel eşyaların veya hayvanının tahribi, uygunsuz veya aşırı talepler, etiketleme veya utandırma gibi olaylar bu kategoriye girer. Bir diğer örneği de rahmetli eşin yerine çocuğu koyan dul kadınlardır. Diğer bir benzer de çocuğu doğduğu cinsiyetin karşıt cinsiyetininin kalıplarında yetiştirmektir. 


d. Cinsel İstismar

İnsanları en çok yaralayan ve duyanları öfke dolduran istismar tipidir. Cinsel uyarım ve tatmin almak için eşdeğer bir yetişkinden ziyade bir çocuğu kullanmak demektir. Kapsamına çocuk pornosu da çocuk taciz / tecavüzü de girer. 
 
Cinsel İstismarı gerçekleştirenler: %78,5 Ebeveyn
(ABD'yi baz alan tablonun ülkemiz için pek de farklı olduğunu düşünmüyorum) 


Bu açıkça belli olabilecek istismar tipi mağdurlarda en ağır etkiyi bırakan kategoridir. Çünkü gerçekleştirenlerin pek çoğu halihazırda çocuğun tanıdıklarındandır. Varılmış istatistiklere göre istenmeyen eylemi gerçekleştirenlerin %30 kadarı yakın ailedendir (kardeş, baba, amca, dayı, yeğen v.b.) Ve tahmin edileceği gibi, güvenilmiş birinden gelen "kötülük" en iz bırakacak olandır. 
Teknik olarak bakınca da, kaygı bozukluğu, travma sonrası stres bozukluğu ve depresyon en yaygın görülen etkilerdir. Oyun terapisi seanslarında da bel bölgesine dikkat çekecek kadar çok ateşli/kesici/delici oyuncak silah bağlayan çocuklardaki ortak geçmiştir. 


Konu kabaca böyledir. Bu konu hakkındaki literatürün çoğunluğu her zaman olduğu gibi yabancı dillerdedir. Ama sadece buzdağının görünen kısmıdır. Çünkü bu çok bol katmanlı bir konu ve sadece "etkileri" bile bir kitap çıkartırır. İşte bu yüzden burada kesiyor ve sizi bu konuda güzel düşünülmüş bir mesaj&görselle başbaşa bırakıyorum. 






Çocuk Olmak Acıtmamalı

Paylaş

Koleksiyon 1: Bardak Altlığı Koleksiyonu(m)

Ecnebilerin beer coaster, bizim de bardak altlığı deyip geçtiğimiz değişik gramajlardaki renkli ve dizaynlı kartondan basılmış yuvarlak veya kare şeyler...Kimine göre sadece bir araç, bana ve benim gibi obsesif koleksiyon meyilliler için de amaç. Evet amaç, bardak altlığı koleksiyonu yapmak amaç. 
Bunun için neler lazım? 

a. Bir amacın kişisi olabilecek düzeyde tutku. 

b. Eldeki parçaları güzelliklerine kanıp bardak altlarında harcamayacak bir irade. 
c. Gezintiye çıktığında masaları kesecek araştırmacı bir göz. 

d. Elde olmayan bir parça görünce içeri girip rica edecek cesaret. 
(çalmıyoruz! cık cık cık) 

e. Biriken parçaları saklayacak ve 3 yaşındakilerden uzak tutacak güvenli bir mekan. 
f. Daha çok insana ve parçaya ulaşmak için daha geniş bağlantı ağı, twitter friendfeed facebook v.b. 

g. Eline geçen parçaları göndermekten üşenmeyecek arkadaşlar, 
bkz. aşağıdaki fotoğraf 
PS: Berlinden gelecek 4 altlık da yoldadır. Temmuz ayında bir parti Almanya ve ABD karması daha gelecek.

h. Ciddi koleksiyonerlik için gerekecek para, bunları satan yerli yabancı çok var! Aslında bu bir koleksiyon etiği meselesi. Ben çok param da olsa parayla satın almam mesela. 



 

Yaklaşık 3 yıldır biriktirdiğim ama son iki üç ayda ciddi bir çaba harcadığım bardak altlığı koleksiyonum şu anda 60 - 70 parçaya ulaşmıştır. Niyetim, yukarıdaki maddelerin özellikle f bendinde daha çok durup daha çok yurt dışından bardak altlığı gönderilen biri haline gelmek. 

Modelim Vladimir Gerlish'tir. Koleksiyonu 12 yaşında başlayan adamın şu anda 106 ülkeden 14623 tane bardak altlığı var!! Bu hayvan evladı kadar olmasam da, neden en azından mesela 250 tanem olmasın ki? 
Ha bu arada unuttuğum son madde: ı. Özlem Akın veya Seda Arkan misali gönüllü arkadaşlar :) 

Koleksiyonumu takip etmek ve katkıda bulunmak isteyenler için: 



Paylaş






That Boy Needs Therapy V: Dayak Cennetten Çıkmaz..



Evveliyatı için:
bkz. http://www.tahinpekmez.org/?m=show&sa=3356 
bkz. http://www.tahinpekmez.org/?m=show&sa=3535
bkz. http://www.tahinpekmez.org/index.php?m=show&sa=4028
bkz. http://tahinpekmez.org/?m=show&sa=6710

En sevdiğim danışanımdan bahsedeceğim sizlere. Evet psikologların da danışanlarına karşı hisleri olur. Neticede biz jetonlu kola makinesi değiliz ;)

22 yaşında, erkek, üç kardeşin en küçüğü, 12 yıldır çalışıyor, açıktan lise mezunu, kirli sakal, ağır hareketler, normalden yavaş konuşma, duygu belli etmeyen bir surat, zayıf el sıkış, kollar kavuşmuş oturma, kesintisiz göz teması.

Kendisi İstanbulda doğmuş. Ailesinin sosyo ekonomik düzeyi ortaymış ama kendini hep sorumlu hissetmiş ve çocukluğunda çalışmaya başlamış. Okul ve çalışmayı bir arada götürmüş hep. Ama liseyi kaldıramamış bu tempo ve okulu bırakmış. Daha sonra açıktan devam etmiş.

Çalıştığı iş çanta işi. Yıllardır çalışa çalışa uzmanı olmuş ve şu anda çalıştığı yerin ortaklarından biri haline gelmiş. Çanta işi konusunda kendine çok güveniyor ama daha iyisi çıkarsa kapısı kapalı değil, küçümsemediği sürece elini öperim diyor.

Danışan hakkındaki esas hikaye şu; kendi ifadesiyle "hiç eve ait olmadım". Altını araştırınca, babası onu yıllar boyunca nedensiz sayılabilecek şekilde yere sürekli dövmüş. Annesi de hiç karşı çıkmamış. Sokakta bile babadan dayak yediği için, komşuları bir keresinde çocuğun onlardan olmadığını söyler olmuş.

Bu dayaklar 17 yaşına kadar devam etmiş. Bir gün evden kaçmış ve bir yıl kadar dışarıda arkadaşlarında yaşamış. Ailesi sık sık geri çağırmış. Kendisi bir yıl boyunca yüz vermemiş. Akabinde geri dönmüş. Ama bakmış dayak yine aynı, nalet gelsin diyip tekrar evden kaçmış. Bu kaçaklığı babasının kanser teşhisi alıp onun geri çağrılmasıyla olmuş. O teşhis bir kırılma olmuş. O andan sonra danışana bir daha hiç eskisi gibi davranmamış. Davranacak da olsa danışan hazır, "pişman ederim bana el kaldıranı"

Bana geldiğinde, daha doğrusu annesi tarafından gönderildiğinde sorunu "çabuk öfkelenmek ve öfkelendiğinde gözü hiçbir şeyi görmemek" idi. Bu problemli ve uyum bozukluğu yaratan bir davranıştı. Seanslarımız boyunca odak noktamız da bu oldu.

Evet bu danışanımla görüşürken "babanın nedensiz dayağı" olgusunu şimdilik beklettim. Annenin çocuğunu korumamasını da. Her ikisi de engin sular ve amacımızdan uzağa taşıyacaklar.

Şu anda vardığımız noktada, öfkesini hafiften de olsa kontrol edebiliyor. En azından öfke yaşantılarında statü farkına göre daha düşük öfke puanları verebiliyor. Ve daha da sevindiricisi, öfkesinin yükselmeye başladığının farkına varıyor artık. Bu yükselen öfke durumlarında kendini geri tutacak eşya olsun kişi olsun bir müttefik arayışında. Çünkü kasten adam öldürmenin 24 yıl olduğunun çok iyi farkında...

____


İnsanın insanı dövmesi kötü bir şeydir. Daha kötüsü, babanın çocuğunu dövmesidir. En kötüsü de babanın oğlunu nedensiz yere dövmesidir. Dövülmeden dolayı hem çaresizlik gelişir ve bu da genel manada depresif bir perspektife götürür. Fizyolojik sıkıntıları saymıyorum! Üstüne bir de nedensiz olunca özellikle küçük çocuklar zihinlerinde hiçbir yere oturtamaz ve şiddeti düşük olsun olmasın tam anlamıyla travmatik bir yaşantı haline gelir.

Karşımızdakini dövmek baba / anne - çocuk ilişkilerinde çözüm değildir. Sadece kendi öfkemizi çıkarmış oluruz. Ama karşımızdakinin o anda veya gelecekte hisleri?


That Boy Needs Therapy IV: YANSITMA-san daha iyi olur..



Dün bir danışanımla başladık görüşmeye.
Kadın; 32 yaşında, orta okul mezunu, 15 yıldır tekstilde, 3 aydır işsiz, 3 kız kardeşten en büyüğü, 2. evliliği, bir tane 15 yaşında erkek çocuğu var. görünüşü sade, giyim kuşam mevsime uygun, mimikleri ifadeyle tutarlı, ses tonu orta-sakin, duygu durum stabil.
Neyse işte bu kadın bana geldiğinde "oğlumla derdim var" diye girdi konuya. Anlattı anlattı anlattı ve bu arada ben de işimi yaptım, çeşitli sorular sordum, bir çerçeve tasarlayıp ilk seans için bende kalan bir hipotez kurdum. 45 dakikalık görüşmenin rahat 30 dakikası onun oğlundan kaynaklı problemlerle böylece geçti. Oğlu da (annenin ifadesine göre çok hareketli bir çocuk, ne oturup dersine konsantre olabiliyor ne de ilgilendiği bir şeyle uzun süreli ilişki kurabiliyor ama bu yıl eskiye göre kendi kendine biraz hafiflemiş, artık eşyaları eskisi kadar çok kaybetmiyor veya dürtüsel para harcama davranışı çok hafiflemiş. ama yaptığı işleri genelde kendi kendine yapmazmış. ayrıca dış çevrenin güdümünde biriymiş ve takdir edilmek onun davranması veya davranmamasını etkilermiş.) teşhis almamış bir DEHB (dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu)
Tüm bu bilgileri çıkardığım 30 dakikadan sonra görüşmenin rotasını bana gelme nedeni olan oğlundan çıkarıp kendisine yönettiğimdeyse, perde açıldı, maskeler düştü ve neyin ne olduğu anlaşıldı. Açıkçası bu kadar hızlı çözülmesini beklemezdim. Ama demek ki çoktan hazırmış. Bir manada sevindim. Çünkü artık ayak oyunları aşaması bitmiş ve direkt yaklaşım başlamıştı. Ayrıca rahatladım da, çünkü artık o an orada olmayan bir kişi ile uğraşmak yerine hemen karşımdaki "ele alınabilir" kişiye dönmüştük. İşte kendisine dönüşüm de görüşmenin kırılma noktası oldu bir bakıma; duygulandı ve ağlamasına izin verdim bir süre. Ardından kendini toparladı ve anlatmaya devam etti.
Görüşme ses kaydı ile kayıt edilmiş olmadığından sizlere trankript dökemeyeceğim ama bu kırılma noktasından sonra ortaya çıkana göre, anne oğlunu övmez; bilakis ne zaman hata yapsa yüksek sesle kızgın halde tepki verirmiş. hayır dayak olmamış fakat ödüllendirme de olmamış, yapıcı eleştri de. Ondan ziyade, görüşmeye gelen kadının annesi ona hiç öyle yapmamasına rağmen, oğluna "sen zaten yapamazsın" veya "bırak boşver, beceremedin yine" minvalli tepkiler vermiş durmuş..
Bu çıkan sonucun kimilerine komik gelebilecek bir çelişkisi var. Anne, oğluna olan yaklaşımının yanlış olduğunun farkında. Oğluna yaptıklarının kendisine yapılması role playimizden bunu her ikimizde çok net gördük. Fakat farkındalığına rağmen, aksi yönde adım da atmamış. Daha doğrusu atamamış. O enerjiyi bulamamış kendinde. Daha da doğrusu, kendisini çoğu konuda doğruyu yapabilecek biri olarak hiç görmemiş. Ve bu yüzden de hep kolay yolu, kızmayı seçmiş. Bu aslında bir nevi yansıtma. Kadın kendinde gördüğü değersizlik halini çocuğunda da görmeyi bilinçdışı düzeyde istiyor gibi.
Özetle, kadının durumu depresyon diye bağırsa da üstünde biraz daha çalışmaya değer bir vaka bence. Çünkü hem burada yer vermediğim, hem de görüşmede hızlı geçilmesine göz yumduğum kimi noktalar var.

Burası da çıkarılacak sonuç bölümü:
a/ Çocuklarımızın yapamadıklarından ziyade yaptıklarına odaklanmak hem onları daha öz güvenli yapar, hem de muktedirlik hissi oluşturarak dışa olan bağlılıklarını azaltır.  
b/ Ne kadar kötü şeyler yaşarsak yaşayalım, sorun çoğu zaman çocukta değildir. Sorun %80 bizde veya aile sistemindedir. Ama terapiste "oğlum şöyle kızım böyle" diyip gelmek bir nevi savunma stratejisidir. 
c/ Sorunun çocukta olduğu durumlarda da çok yüksek ihtimalle aslında ebeveynlerin veya her ikisinin bir sorunu çocuğa yansıtılmıştır. Ve çocuk da nasıl başa çıkabileceğini bilmediği sorunla başa çıkmak için "çözülmesi gereken problem" olarak algılanan durumlar gelişmiştir. 
d/ Kimi durumlardaysa, çocuk "günah keçisi" haline getirilmiş ve ebeveynlerin çatışmaları sürtüşmeleri vs. çocuk üstesinden gitmektedir. Bu yüzden sağlıklı olmak isteyen bir ailenin, sıkıntıları kendi aralarında ve çocuklara yansıtmadan ve onları "anne baba" sistemine katmadan çözmeleri en hayırlısıdır. 


Paylaş

Bakış Açısı





Söylediklerinize dikkat edin; düşüncelere dönüşür...   
Düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür...   
Duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür...  
Davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür...   
Alışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür...  
Değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür...   
Karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür...


Gandi'den yaptığım bu alıntı, "hayata bakış açımız" konusunun önemini tek başına açık açık gösteriyordur tahminim. Kendisini bizim Kognitif Modelde (Bilişsel Model) de bulmuş bu düşünce>duygu>davranış bağlantısı aslında hayatımızın tam ortasında bir yerde ve tüm davranışlarımızı yöneten bir pozisyondadır. Bu gerçeği destekleyen bir başka örnek olan "fil ve 5 kör adam" örneği de gösterir ki "nasıl bakarsak öyledir hayat".

Nasıl bakarsak öyledir hayat. Az çok şahsen hiç hazzetmediğim bir kitap olan Secret-vari dursa da, biraz düşünün. Mesela kendi hayatınızı. Mesela şirkette yanınızdan geçerken omzunuza sertçe çarpmış iş arkadaşınızı. O çarptığı ve siz elinizdeki evrakları yere düşürdüğünüzde ilk anda ne hissettiniz; Öfke? Şefkat? Öfke hissedenleriniz "salak, dikkat etsene!!" şekline düşündü ve içselleştirdiği saldırganlık modeli ve ast/üst ilişkileri uyarınca bir dışavurum yaptı veya yapmadı, sonraya sakladı. Şefkat hissedenler "yazık, kim bilir ne vardı aklında" diye düşündü ve herhangi bir davranışta bulunmadan yere dağılmış evrakları toplamaya başladı. O olay da orada kapandı.

Bu fazlasıyla basmakalıp örnekten görüleceği gibi de, bizim bakış açımız o anki duygumuzu, düşüncemizi ve davranışımızı belirledi.. Eğer "tüm iş arkadaşlarım bana düşman" benzeri bir inancımız (ara inanç) olsaydı yüksek ihtimalle öfke duyabilirdik omuza çarpıp elimizdekileri düşürten kişiye. Hatta algıda seçicilik bağlamında, başımıza gelen olaylardan hep keyfi çıkarsamalar yapar ve tüm olan bitenleri zararımıza olarak yorumlardık. Böylelikle de "tüm x/y/z bana düşman" veya "hep beni bulur" gibi her seferinde doğruya götürmeyen inançlarımız da kendini besler dururdu. Bu yüzden de derinden bir huzura, köklü ve gerçek bir mutluluğa bir türlü ulaşamaz ve yelkensiz gemi gibi oradan oraya sürüklenebilirdik. 

Durum tespitini yaptık :) Sonraki adımsa "yeniden çerçeveleme". O daha sonra ;) 



Paylaş






Yolgeçen