Sayfalar

Büyük Başlangıç(ım)



Ve başlıyorum...
Hastaneden telefon geldi, test sonuçları için görüşmeye bekliyorlardı. O anda anladım Denizimde bir anormali olduğunu. Çünkü Ankaraya giden kan örnekleri test edildikten sonra, eğer bebekte bir anormali yoksa aile aranmıyor bile.

Kafamda ne olduğu belirsiz bir hayata adım atacağımdan başka hiçbir şey yoktu, sürekli susmamacasına ağlıyordum. Doktorumuzun yanına girdik, adam bir şeyler anlatıyor ama ben duyamıyordum, down sendromu, down sendromu, neydi ki bu, dinlemiyorum onu, Deniz kucağımda sürekli ağlıyorum, düşünüyorum o an ölmek mi? bu mu? ölmek diyordum içimden; çünkü bir defalığına çok acı çekiyorsun, sonra sonra hafifliyor acın ve külleniyor, ya bu, nasıl başa çıkarım? nasıl hayata karşı dirençli dururum? hep belirsizlikler var, kafam karma karışık.

Eve geliyoruz, kapanıyorum odaya, telefonlara cevap vermiyorum, küsüyorum hayata ve insanlara, kardeşlerim geliyor sonra beni yalnız bırakmasınlar diye, ne fayda diyorum, hayat boyu yalnız kalacağım zaten bu zorlu mücadelede, anne , kardeşler hep bir yere kadar...


Hala ağlıyorum, susamıyorum, denizime bakıp bakıp ağlıyorum, her baktığımda ölüp ölüp ağlıyorum ama zaman geçtikçe alışıyorum, hatta heyecan verici geliyor bana.
Düşünün sınırı olmayan bir faklılık Denizde, ne olacağını asla bilemiyorsunuz, normal bebeklerin ondan 1 sene önce kendi öğrenerek yaptığı bir şeyi Denizim yaptığında bana dünyalar veriliyor her seferinde, çok mutlu oluyorum ve bu küçük adam bana şunları öğretiyor, en başta anne olmayı, yalansız, dolansız yaşanabileceğini, sabrı, saygıyı, karşılıksız sevmeyi ve
sevgini ne olursa olsun karşıya gösterebilmeyi çıkarsızca. . .

Deniz iyi ki varsın oğlum, iyi ki . . .

Ateş Et ve Unut!






Ne zamandır yazılarımda kişisel bir parça yoktu. Sanki arınmış gibiydim tüm pürüzlerimden. Taa ki o şarkıyı duyana kadar..

Ateş et ve unut
Arkanı dön ve git
Yaramı saracak biri var mı diye
Geri dönme sakın

Bu sözleri duyduğum anda kendimi bir zaman yolculuğuna çıkmış buldum.1999, 2004, 2007 ve 2008 yılları birer yıldız gibi parıldadı ve kendimi üzgün hissettim. Hayır, bu o yıllarda yaşadıklarım gibisinden ziyade, eski bir kurşun yarasının sızlaması gibiydi; gözlerini kırpmadan ateş edenlerin açtıkları.

Derken bir kere daha kötü hissettim kendimi, fark ettim ki bana ne kadar tersti bu şarkıdaki sözler. En azından benim hiç teşebbüs etmeyeceğim bir sahneden bahsediyordu şarkıcı. Ama 2007 neydi? O yıldaki olayda tetiği ben çekip de sırtımı dönüp çekip gitmemiş miydim? Evet, bendim. Her ne kadar vurduğum kişi bana benim organik bir parçam olacak kadar yakın olduğu için aynı zamanda kendimi de vurmuş olsam da; o zaman için son çarem gibiydi bu “canavarlık”

Bu yazımda tartışmak ve tartışılmasını istediğim konu; “birinin diğerini hiç gözünün yaşına bakmadan ve sonrasını düşünmeden bırakması” gibi kimine göre “helal olsun”luk, kimine göre de “kalpsiz yaa” dedirten bir durum. Ama sanırım bu konuda haddinden fazla değişken rol oynadığı için, bilinçli olarak kapsamı dar tutup gerisini okuyuculara bırakacağım.

Senaryo 1
3 yıldır devam eden bir ilişki var. Hafiften de geleceğe yönelik düşünülmeye başlanmış. Kız pespembe rüyalar içinde. Ancak erkeği sinir eden fakat aslında hiç de zararlı olmayan kimi huyları var. Üstelik bu huylar birden çok kere kendini göstermiş ve erkek ilk bir iki tekrardan sonra iyiden iyiye rahatsız olmaya başlamış. Fakat artık kız uyurken çok masum göründüğünden midir, erkeğe adeta ikinci bir anne olmasından mıdır yoksa aralarındaki ilişki erkeğe de güzel göründüğünden midir bilmem; sesini çıkarmamış. Kız zaten en başından beri farkında bile değilmiş, her şey kendine göre şirinlikmiş.
Ama damlaya damlaya nasıl göl oluyorsa erkek de bir gün ansızın patlamış. Esmiş gürlemiş, kalp kırmış, göz yaşı akıtmış ve kapıyı çekmiş çıkmış, bir daha da geri dönmemiş..Daha sonra içten içe dönmek isteyip istemediğiyse konunun dışında.

Senaryo 2
3 yıldır devam eden bir ilişki var. Geleceğe dair planlar da var. Erkek beklenmeyecek şekilde iyimser ve pembe rüyalar içinde. Aradığını bulduğu inancında. Kızsa daha 2. ilişkisi ve bu yüzden fazla kıyaslama imkanı içinde değil. Erkeğin de öyle o kadar tecrübeli olduğu söylenemez. İlişkileri iyi kötü gidiyor. Ara ara sürtüşmeler oluyor ama her seferinde iş tatlıya bağlanıyor. Ancak özellikle aralarındaki erkeğin kaynak olduğu her tartışmada kız derin suskunluklar içine girip adeta slow motion gidiyor ve ağzından iki kelime almak büyük başarı oluyor.
Bir zamanlar oluyor ve erkeğin iş yeri değişiyor ve başka bir yerde çalışmaya başlıyor. Yepyeni streslerle uğraşan erkeğe hayat ağır gelmeye başlıyor ve ilişkide de ara ara hatalar yapmaya, kırıcı konuşmaya, aniden sinirlenmelere başlıyor. Arkasından da sahneye kızımız çıkıyor ve bu kadarın yettiğini, artık katlanamayacağını söylüyor; tekmeyi koyuyor.

Yer yer kendi hayatımdan beslenen iki küçük senaryo anlattım size. Dışarıda yüzlerce binlerce örneği bulunabilir. Ama siz hangi örneksiniz? Yoksa her şeyi konuşarak halletmeye mi çalışırsınız? Yada sıkıldığınız anda kapıyı çarpıp çıkar mısınız?

Aslında her ne olursanız olun, ne kadar farklı olursanız da fark etmez; değişmeyen tek şey kalanın acısı oluyor ve olacak..

Ankara

Ankara
Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar..
asfaltlar ışıldar, buz tutardı resmi yalanlar...
kimse keman çalmaz belki ama
çok keman çalınsın balolarında
diye yapılmış
gri sisli binalar...
alnının ortasında
ciddi bir devlet asabiyeti.
çok kötü günlermiş gibi en genç zamanlar,
bu zulüm bu sevda bitmezmiş sevmek
bir halkı sevmekse aşk o zaman sevmekmiş!
(biz bir şeyi delicesine severiz
ama tanrım neyi?)
kahve önü çatlak mozaik
bel kemiğine tehdit
kürsüler üstünde
çok sigara içen
öğrenciler
bir daha asla yaşayamayacağı
aşkları teğet geçerken
hep onu sevmeyenleri severek
hep onu sevenin gözlerinden
kalabalıklara kaçarak
karışarak toplumcu gerçekçi yalnızlıklara,
yüksek rakımlarda çatlamış dudaklarını
bir izmirli güzele dayatmak varken
(hep kardeş olacak değiliz ya,
yaşasın halkların sevgililîğî!)
soyut bir sevdaya
beşik kertilmiş olan
dağda çoban,
şehirde şark çıbanı sayılan,
fırat'ın büyük elleri
ararat'ın kız yelleri
cilo'nun derin nefesleri
hülasa kente hukuk mukuk okun
mümkünse o arada da memleketi kurtarmaya gelmiş
anadolu çocukları, ankara' ya öyle yakışırdı ki kar
asfaltlar ışıldar,
buz tutardı resmi yalanlar
(belki balkona kar seyretmeye çıkar diye
sevdiğimiz kızlar
çok dibimiz donmuştur ve çoğu zaman
bu kar mevzuu
kızlara yeterince ilginç gelmemiştir
hiçbir şey kapalı bir dükkan kadar
hüzünlü gelmez insana
ankara'da,
yoksa bugün bir hayat
yaşanmayacakmı duygusu çöker bütün bozkıra.
Kimse keman çalmaz belki
Belki bu fiim hiçbir zaman
o kadar fiyakalı olmayacak ama
Hiçbir lahmacunda
o okul yolundaki üçüncü sınıf lokantadakinin
tadını vermeyecek bir daha
Çok daha iyilerini yedim sonra
bizzat Urfa'da hatta
Ama hiçbirinde
o kadar aç oturrnadım sofraya
ankara'ya
öyle yakışırdı ki kar
çok yabancı bir soluk duyulur bazı
bilinmez bir dilin ıslığından
anla ki sıkıldı bizim konsolosluktaki konuklar
öyle deme
Ankara'yı sevmeyene bir zulümdür
bu kadar insanın neden ankara'yı sevdiğini anlamadan
ankara'da yaşamak
yollarına hep sevdiğimiz insanların
adlarını vermediler ama biz her duvara
bilvesile onların adını yazarak yaşadık
kül ve betondan mürekkep
yaşadıkça yaşanılası gelen
o tuhaf bozkır kokusunda.
ankara'ya öyle yakışırdı ki kar.
asfaltlar ışıldar...
bir günden bir sürü gün yapan
mesai saatlerinde hiçbir şey yapan
hiçbir şey alıp hiçbir şey sunan
rakıyı bol sulu içen
dokunmasın için deği!
çabuk bitmesin dîye devletimin tekel rakısı,
hep kağıtlara bakarak,
hep kağıtlardan bakarak
hem neşet ertaş' ı hem bülent ersoy' u
aynı anda sevmeyi başararak,
karısının bayat ekmeklerden yaptığı tatlıyı
çok beğenmeyerek ama
yine de bu tasarrufunu takdir ederek
boynu hep kıdemli bir atkının içinde saklıyken
hep bir şeylere birilerine küsmüş gibi
yürüyen...
memurlar.......
ankara'ya öyle yakışırdı ki kar..
asfaltlar ışıldar,
buz tutardı resmi yalanlar...
biz, şimdi kapalı birr kuruyemişçi
dükkanının -ki bütün plan kar altında
tuzsuz ay çekirdeği çitileyip
yanı sıra bafra içmektir-
kötü ışıklandırılmış vitrininden
umutsuzca içeri bakan,
kimliği gereğinden fazla sorgulanmış,
merhabadan çok çıkar ulan kimliğini denmiş,
-yani sistem kendi verdiği kimliği
zırt pırt geri istemektedir-
doğduğu yer yüzünden
doğuştan kavgacı zannedilen ama
pek çoğu kavgadan nefret eden
kavgacı esmer cesur korkak
çoğu kürt çoğu türk çocuklardık...
ankara'ya öyle yakışırdı ki kar....
ha sonra belki ahmed arifin aklına
hiçbir şairin aklına gelmeyecek
-çünkü hiçkimse bir daha ankara' yı
O'nun kadar sevemeyecek -bir şiir islenir:
kar altındadır varoşlar
hasretim,nazlıdır ankara.....
ustam yine sen bilirsin ama
hangi aralıkta bir şair ölmüşse
işte o,en netameli aydır bence.
ankara'ya öyle yakışırdı ki kar...
asfaltlar ışıldar...
yalanlar...
şimdi ve sonra ne zaman ankara'ya kar yağsa
elim gönlüm, çocukluğum buz tutar.

Yılmaz Erdoğan

Kumar


- 2005 Yılında Milli piyango çekilişinde aldığı Çeyrek bilete 5 Milyon TL’lik büyük ikramiyenin 4 talihlisinden biri olan 9 çocuk babası Ahmet Bayram'ın (43)’ın intiharına sebep olarak kumar ve aile dışı yaşamı olduğu kaydedildi

- Adana'da İntihar Eden Makine Mühendisi Kadının İnternette Oynadığı Kumarda 15 Bin Tl Borca Girdiği Bu Yüzden de Eşiyle Tartıştığı Ortaya Çıktı.

- Gaziantep'te kardeşleriyle pamuk toplayarak kazandıkları parayı babasının kumarda kaybettiğini öğrenen 16 yaşındaki Melek Kılıç, evlerinde bulunan çamaşır suyunu içerek yaşamına son vermek istedi

- Canına kıymasıyla eşini, yakınlarının ve meslektaşlarını büyük üzüntüye boğan Ali Tutkun’un intiharındaki sır perdesi de aralanmaya başladı. Eşiyle mutluluğu yeniden yakalamışken canına kıyan Tutkun’un, bir süredir kumar bağımlısı haline geldiği ve piyasaya yaklaşık 25 bin YTL civarında borçlandığı ileri sürüldü. Ali Tutkun’un bazı meslektaşları da kumar iddialarını doğruladı.

- Ankara Balgat'ta ganyan bayii işleten Süleyman C., bir kulüpte kumar oynamaya başladı. Süleyman C., kulübe olan kumar borçlarını ödemek için bazı tefecilerden faizle borç para almak zorunda kaldı. 160 bin YTL'lik kumar borcu genç işadamını iyice bunalttı. Kulüp sahibi de borcunu biran önce ödemesini aksi taktirde kendisini ölümle tehdit etti. Genç işadamı, önceki gün akşam saatlerinde Çankaya'daki Swissotel'e gitti. 424 numaralı odayı kiralayan genç işadamı 7.65 mm. Çaplı Baretta marka ruhsatsız silahını eline aldı. Herhangi bir not dahi yazmayan Süleyman C., silahı şakağına dayayıp tetiğe bastı.

- Başına kurşun sıkarak intihar eden gencin ölüm haberi gazetelerin üçüncü sayfalarına sıradan bir intihar vakası olarak yansıdı. Oysa genci ölüme internetteki yasadışı bahis siteleri sürüklemişti. "Son bir kez" diye oynadığında Barış’ın hesabında 2 milyon 780 bin YTL’si vardı ve o gün hepsini kaybetmişti.


(…)


İşte kumar, işte ülkemiz. Yabancı ülkelerde de durum daha farklı değil, kumar yüzünden intiharlar bir yana, kumar ve intihar ilişkisini araştıran bilim insanları başka bir yana. Üstelik tüm büyük dinlerde de açıkça yasak. Dinlere inanmayanlar içinse, kimi ülkelerde tümden yasak.

Yasak yasak yasak yasak ve yasak. Ama nedense halen büyük ilgi çeken yol bu kumar. Teorik olarak olarak insanlığın başlangıcına kadar da uzanabilir. Nedir, yöntemler değişir. Eski insanlarda Las Vegas olmasa da, en azından zar – kemik vs atılabilecek bir şey vardı ve bu sayede de hızlı ve ölümcül barbut vardı mesela. Mantık büyük atanın ortada ne varsa kazanması. Çok basit ve hızlı değil mi?

Tarihe baktığımızda, tüm milletlerde gördüğümüz kumar olgusu aslında insanlardaki temel yönelimlerden birine dayanıyor. O da “az çalışarak çok kazanmak”. En basitinden barbut; tek bir zar atımı kadar yorulup yüz yıl çalışınca edinebilecek şeyleri kazandırabiliyor. Fakat, bu iki tarafı da keskin bir bıçak. Kazanmak kadar kaybetmek de var. Ve kayıp durumundaysa, insan en iyimser bakış açısıyla “iyi hissetmiyor”, başka kayıplar ve durumlarlaysa hayata son vermeye kadar gidebiliyor.

Yukarıda alıntıladığım haberlerin hepsi yakın zamanların haberleri. Yakın zamanlar demek, kumarın eskisi gibi yasal olmadığı bir Türkiye demek. Zaten kumarhaneler de kameraların şahit olduğu bir intihar vakasından sonra kapanmamış mıydı? Evet son nokta oydu. Fakat internet yoktu. Artık internet var. Ve bu sayede de “netten kumar” var. Ama ülkemizde kumar yasak olduğu için siteler de yabancı ülkeler merkezli. İyi de ne fark eder ki? “Avrupa’ya çoktan girmiş” cevval milletimiz tek klikle o sanal cennet bahçelerinde..

Cennet bahçesi tabiri pek uygun bence. Çünkü özellikle Las Vegasta olsun olmasın kurumsal kumar işlerinde ilk önce kazandırılır bir miktar. Oynayan bir iki kazanır ki hevesi / motivasyonu kaybolmasın ve devam etsin. Kimi zaman da gerçekten iyi kazanır ve daha da fazla kazanmak isteyerek daha büyük bahislerle oynamak ister. Bu “kazandıkça kazan” döngüsü de çoğu durumda ciddi bir maddi kayıpla son bulur. Kayıplar salt bununla son bulmaz, gidenlerin – huzur, yaşama sevinci, odaklanma v.s. – hesabı tutulmaz.

Kişi her kaybetmediğindeyse kazanır ve davranışçı koşullamanın işlediğine kanıt olacak şekilde biraz daha yükselir. Yükseldikçe yükselen kişi artık tam manasıyla uçurumun kıyısında yürümeye başlamış ve düşmesi halinde göreceği zarar, oynadığı kumardan kazanabileceklerinin çok daha ötesine geçmiştir. Ve üç yada beş vakitte hayata tutunanları bile zorlayan kaçınılmaz sona varılır.

Bariz ana fikir odur ki, kumar bulaşılmaması gerekendir. Girmek kolay, çıkmak iradeyle savaş gerektirdiği için zordur. Bence, kumarı yasaklayan ülkeler her ne kadar işi yeraltına ittiyse de, elden gelen yapılmıştır. Gerisi de kişilerin özgür iradelerine kalmıştır…


Hüzünlü Türkler


Hüzünlü Millet__


Çook uzun yıllar önce Orta Asya’da bir insan topluluğu vardı. Orta Asya'dan Anadolu'ya kadar uzanan bir bölgede yasayan bir etnik gruptu. Orta Asya dediğimiz yerler de fena yerlerdi. Güneşin doğduğu yerde de, battığı yerde de düşman vardı. Genelde dümdüz olan arazi, her türlü hayvan için müsaitti. Sağdaki ve soldaki düşmanlar da bunu biliyordu. Ve bu yüzden de o topluluğu hiç rahat bırakmadılar. Biri saldırdı, topluluk kaçtı. Diğeri saldırdı, topluluk kaçtı. Besledikleri hayvanlar otları yedi, topluluk yine kaçtı. Daha sonra bir taraflarda insanlar hasta oldu ve ölmeye başladı, topluluk yine kaçtı. Ondan sonra başka düşmanlar daha saldırdı ve topluluk her zamanki gibi kaçtı. Bu kaçma sistematiği epey de sürdü, fakat 1071 yılında Alp Arslan isimli bir sultan onlara iyi bir yeri gösterdi.



16 yıldızlı Genelkurmay armasından da anlaşılacağı gibi, Türkler devlet kurup yıkmak / yıktırmakta mahir. Ama bu iş basitçe legodan bina kurup yıkmak değil; bikrimin, yaşantıların, sözlerin v.b. her şeyin darmadağın olması demek. Ve Türkler de bu irade dışı gerçekleşen yıkımları çokça da gördüler. Sürekli sürgün, sürekli tehlikede, sürekli darda…



Gustav Jung isimli ünlü bir psikanalist “kolektif bilinçaltı” adında bir kavram attı ortaya. Dedi ki “toplumların geçmişte yaşadıkları, gelecekteki bireylerine de değişik yansımalar yapar”. Bu açıdan da bakınca, dümdüz ova Orta Asyadan kopup gelen Türklerin neden arası denizle iyi değil? Fakat suyu çok sever? Neden yabancıları sevmezler? Niçin bir lidere taparcasına biat ederler? … gibi pek çok soru cevap bulabiliyor.



Benim değinmek istediğim esas nokta, bizlerdeki “hüzün” sevdası. O acılı temaları sevdiren, ağlak müziklerden kopartmayan ve uğruna kendini bile kestirebilecek bir hüzün. Öyle derin, öyle çıkılmaz, dağılmaz. Adeta millet olarak “ne yaparsam yapayım değişmeyecek” gibi düşünüp, kaybederken bile çaba harcamaz haldeyiz. Hatta kaybedene, ezilene sempati bile duyarız, mesela milli maçlarda çoğu zaman zayıf ve tanınmamış ülkeyi tutarız!



Bence, bu tavrın kaynağı Jung’un ortaya attığı kavramdan yola çıkılarak, “kolektif bilinçaltı” kavramından dan geliyor. Neticede burada bin küsür yıldır aynı topraklarda büyüyüp gelişmiş bir milletten bahsetmiyoruz. Aksine, 600 – 700 yıldan fazla aynı yerde kalamamış ve her seferinde büyük acılar ve gözyaşlarıyla yerinden edilmiş bir millet var. Machievelli’nin söylediği gibi, “işgal etmek sadece toprağı işgal etmek değildir”. İşgaller topraktan da öte zihinleri işgal eder, onları darmadağın edip eskiden iyi – güzel – kutsal sayılmış çok şeyi paspasa dönüştürür.

Bu kadar yüzlerce yıldır süren bu durumun ardından, bireysel sıkıntılar karşısında bence daha başka psikolojik tepkiler verilmesi de zordur. Geçmişten gelen hüzün dost bir sıcak battaniye gibi olacak, hiçbir yabancıya güvenilmeyecek – çünkü yabancı demek acı demekti - , çoğu iş ne de olsa yapamayız denerek kenara konacak – yaptığımız ne elimizde kaldı ki? - , lidere uymayana kötü bakılacak – lider olmadan hayatta kalınamazdı bozkırda - ve benzer otomatik düşünceler gelişecektir.



Sanırım kaderimizden kaçamayacağız. Bu çalkantılı günlerde çok uzak ufukta 17. yıldız da görünüyor. Hüzün doğamızda, melankoli damarlarımızda, kara bulutlar her tarafımızda.

Değişim

Eskiden Mercan Dede isimli ney üfleyen elektronik müzik DJ'i kişiye gıcık olurdum. Hani nasıl "dede" olabiliyor diye sinir olur dururum. O zamanlar bende bir radikallik! Böyle bir tutuculuk!

Artık diyorum boşver, haksız bir şey yapıyorsa Allah'ından bulsun. Bana ne dmi? Adam ucubik şekillerde çıkmış ney üflemiş, tamam ney'e saygısızlık hala bence ama, bana ne?

Yaşım o zamanlardan bir ki daha fazla. Yolun yarısına henüz bir on yılım olsa da, kısa zamanda bile öyle değişebildiğimi görüyorum. Mutlu olmuyor değilim, hani hala "esneğim" diye sevinç falan :)

Yolgeçen