Sayfalar

Hüzünlü Türkler


Hüzünlü Millet__


Çook uzun yıllar önce Orta Asya’da bir insan topluluğu vardı. Orta Asya'dan Anadolu'ya kadar uzanan bir bölgede yasayan bir etnik gruptu. Orta Asya dediğimiz yerler de fena yerlerdi. Güneşin doğduğu yerde de, battığı yerde de düşman vardı. Genelde dümdüz olan arazi, her türlü hayvan için müsaitti. Sağdaki ve soldaki düşmanlar da bunu biliyordu. Ve bu yüzden de o topluluğu hiç rahat bırakmadılar. Biri saldırdı, topluluk kaçtı. Diğeri saldırdı, topluluk kaçtı. Besledikleri hayvanlar otları yedi, topluluk yine kaçtı. Daha sonra bir taraflarda insanlar hasta oldu ve ölmeye başladı, topluluk yine kaçtı. Ondan sonra başka düşmanlar daha saldırdı ve topluluk her zamanki gibi kaçtı. Bu kaçma sistematiği epey de sürdü, fakat 1071 yılında Alp Arslan isimli bir sultan onlara iyi bir yeri gösterdi.



16 yıldızlı Genelkurmay armasından da anlaşılacağı gibi, Türkler devlet kurup yıkmak / yıktırmakta mahir. Ama bu iş basitçe legodan bina kurup yıkmak değil; bikrimin, yaşantıların, sözlerin v.b. her şeyin darmadağın olması demek. Ve Türkler de bu irade dışı gerçekleşen yıkımları çokça da gördüler. Sürekli sürgün, sürekli tehlikede, sürekli darda…



Gustav Jung isimli ünlü bir psikanalist “kolektif bilinçaltı” adında bir kavram attı ortaya. Dedi ki “toplumların geçmişte yaşadıkları, gelecekteki bireylerine de değişik yansımalar yapar”. Bu açıdan da bakınca, dümdüz ova Orta Asyadan kopup gelen Türklerin neden arası denizle iyi değil? Fakat suyu çok sever? Neden yabancıları sevmezler? Niçin bir lidere taparcasına biat ederler? … gibi pek çok soru cevap bulabiliyor.



Benim değinmek istediğim esas nokta, bizlerdeki “hüzün” sevdası. O acılı temaları sevdiren, ağlak müziklerden kopartmayan ve uğruna kendini bile kestirebilecek bir hüzün. Öyle derin, öyle çıkılmaz, dağılmaz. Adeta millet olarak “ne yaparsam yapayım değişmeyecek” gibi düşünüp, kaybederken bile çaba harcamaz haldeyiz. Hatta kaybedene, ezilene sempati bile duyarız, mesela milli maçlarda çoğu zaman zayıf ve tanınmamış ülkeyi tutarız!



Bence, bu tavrın kaynağı Jung’un ortaya attığı kavramdan yola çıkılarak, “kolektif bilinçaltı” kavramından dan geliyor. Neticede burada bin küsür yıldır aynı topraklarda büyüyüp gelişmiş bir milletten bahsetmiyoruz. Aksine, 600 – 700 yıldan fazla aynı yerde kalamamış ve her seferinde büyük acılar ve gözyaşlarıyla yerinden edilmiş bir millet var. Machievelli’nin söylediği gibi, “işgal etmek sadece toprağı işgal etmek değildir”. İşgaller topraktan da öte zihinleri işgal eder, onları darmadağın edip eskiden iyi – güzel – kutsal sayılmış çok şeyi paspasa dönüştürür.

Bu kadar yüzlerce yıldır süren bu durumun ardından, bireysel sıkıntılar karşısında bence daha başka psikolojik tepkiler verilmesi de zordur. Geçmişten gelen hüzün dost bir sıcak battaniye gibi olacak, hiçbir yabancıya güvenilmeyecek – çünkü yabancı demek acı demekti - , çoğu iş ne de olsa yapamayız denerek kenara konacak – yaptığımız ne elimizde kaldı ki? - , lidere uymayana kötü bakılacak – lider olmadan hayatta kalınamazdı bozkırda - ve benzer otomatik düşünceler gelişecektir.



Sanırım kaderimizden kaçamayacağız. Bu çalkantılı günlerde çok uzak ufukta 17. yıldız da görünüyor. Hüzün doğamızda, melankoli damarlarımızda, kara bulutlar her tarafımızda.

Hiç yorum yok:

Yolgeçen